1

//===============================================// // //Websitesinin metinlerinin güvenlik kopyası aglarcali.tr.gg 11.09.2013, 21:45:15// //===============================================// ################ ÇALIŞMA SAYFASI (Bunun alt sayfası: "111111111111") ################ 1,
################ YEDEK ANA SAYFA (Ana Sayfa) ################



SON HABER
****Ağlarca Köyü'nden Fetiye ASLAN BU SABAH ( 01 EYLÜL 2013 TARİHİNDE ) vefat ETMİŞTİR. 
GENİŞ BİLGİ İçin Fetiye ASLAN 

HABER ARSiVi  




              AĞLARCA KÖYÜ ==> Doğup büyüdüğüm, sokaklarında ağaç dalından atımla koşuştuğum, hıdırlezlerde boyanmış yumurtalarımı çayırlarında yuvarladığım, göletlerinde çimdiğim, soğuğunda üşüyüp, sıcağında terlediğim, bahçelerinden erik, tarlalarından nohut çaldığım, dağlarından kiraz, fındık topladığım, büyüyüp delikanlı olduğumda, meralarında at koşturduğum, sokaklarında sevdalandığım Köyüm.....................

 

 



 


                                                                  

 





 

955322
19521952










 


 

 
 


 

 

 
 
 


arka plan

<style type="text/css">body{ background-image: url(" https://img.webme.com/pic/a/aglarca2007/kar4.jpg ");</style>   



küçük pencere

 <script>
alert(' bir ');</script>

 

 
 






 
 
 

ARKA PLAN SİTE
<style type="text/css">body{ background-image: url("  https://img.webme.com/pic/a/aglarca2007/arkaaaaaa1111.jpg ");</style>






   
 

 
 


  ################ 111111111111 (Ana Sayfa) ################ ################ ==> Sinar Yener (Bunun alt sayfası: "3333333333333333") ################
 
Sinar Yener
 
Sinar Yener
Sinar Yener
 

Düğünler ana sayfasına dön ==> DUGUNLER 


 
################ HABERLEŞME (Ana Sayfa) ################ ################ Lasin-dogum (Bunun alt sayfası: "1212121212") ################
 

Resmin üzerine tıklayın büyütün

Laşin
-Resim güncellenmiştir 2013-

(Adige mitolojisinde Laşin'in anlamı su perisi demektir)

   Suna - Cem ERTOK çiftinin 09.01.2009 tarihinde bir kız çocukları olmuştur. Çiftin ve ailelerinin sevinçlerini paylaşıyor, Laşin kızımıza da tüm sevenleri ile birlikte geçireceği sağlıklı, başarılı ve mutlu bir ömür diliyoruz.
 aglarca2007.tr.gg haber muhabiri=Akın AKOĞLAN 

 
 
Arşiv sayfasına dön   HABER ARSiVi 


################ AGLARCA MUHTARLiGi (Ana Sayfa) ################
 
  
 
Ağlarca Köyü  Muhtarı
Gülnaz TOPAK

Köy İhtiyar Heyeti
       
İlyas Topak Muzaffer Topak Necdet Topak Kemal Topak
 

DÜNDEN BUGÜNE
AĞLARCA KÖYÜ MUHTARLARI

H. Yusuf TOPAK
Hatip AKCAN
H. Osman TOPAK
Şaban ESEN
Ömer KURT
Hamit TIRPAN
Ethem ÖZCAN
Nahar SARIBARDAK
Hayri ÖĞRETMEN
Basri YENER
İhsan GÖKTEPE
Fehmi AYDOĞDU
Hidayet SARIBARDAK
Muzaffer TOPAK
Nevzat ESEN



 


################ 2009 Seçim Sonuçlari (Bunun alt sayfası: "1212121212") ################

 

   

29.Kasım.2009 Yerel seçim sonuçları
29 Kasım da yapılan Ağlarca Köyü muhtarlık seçim sonuçları :
    ----Seçmen sayısı        == 33
    ----Seçime katılan        == 31
    ----Seçime katılmayan == 2
    
    ----Geçerli oy sayısı     == 30
    ---- Geçersiz oy sayısı == 1

    Oyların adaylara dağılımı
    ---- Gülnaz Topak         = 16  oy
    ---- Nevzat Esen            = 14  oy

   2 Dönem süresince  başarılı bir muhtarlık yapan Nevzat Esen'e teşekkür eder, görevi devralan Gülnaz Topak'a da başarılar dileriz.
     aglarca2007.tr.gg

   


Arşiv sayfasına dön   HABER ARSiVi 
 
 


################ SAKLI SAYFALAR (Ana Sayfa) ################ ################ ANILAR, ANILAR (Ana Sayfa) ################

 

ANILARIMIZ......
Okuyacağınız baslığı tıklayınız
* Kaybedilenler  
*Harman zamani
*Acemi avci
*Koyde kis aylari
*Özlem
*Cocuk gozuyle
*Cok gec olmadan
*Hasret
*Cakir Ahmet kisi
*Yasli cinarlarimiz
*Bir babalar gunu
*Babaannemin kara kizi
 *Eski bayramlar

ÖNSÖZ
          Köyde yaşadığım yılların, ayları, haftaları, hatta ayrı ayrı her günü inanılmaz hatıralarla yüklüdür.
          Şimdiye kadar yazdığım her türlü yazının içinde insanlarımızın kendilerinden bir parça bulmasına, Adige tarihinden veya geleneklerinden bir şeyler yansımasına gayret gösterdim.
          Bu sayfada başlayacağımız yazı dizisi de aynı çizgide olacaktır. Eminim ki bu anıların benzerlerini veya aynı anıları, büyüklerinizden dinlemişsinizdir. Birçoğunuz okuduğunuzda vay be bunları bizde yaşadık, böyle şeyleri bizde yapıyorduk diyeceksiniz. Hatta yurdun başka bir yerinde, başka bir Adiğe köyündekiler de benzerlerini hatırlayacaklardır.
           Okunan her kelimenin insanlara bir şeyler kazandırması gerektiğine inanıyorum. Buna paralel olarak ta yazılanların içeriğinde bir şeyler olmalıdır tabii ki.
           Sözün özü burada okul anılarından, tatil anılarından bahsetmeyeceğiz. Her anı buram buram Ağlarca kokacak, geleneklerimizden, dedelerimizin yaşantısından çıkıp gelecekler, gözlerinizi kapattığınızda kendinizi olayların içinde bulacaksınız.
           Bu formatta benimde yazım var diyenlere de sayfalarımız her zaman açıktır. Çünkü burası hepimizindir.

Orhan OCAK

  


 


 
################ *Harman zamani (Bunun alt sayfası: "111111111111") ################


      HARMAN ZAMANI
      Her nedense anılarımın arasında en önemli yeri harman zamnı yaşananlar alır. Köyde hasat zamanı günün dönümü ile birlikte otların biçilmesi ile başlardı. Önce kıraç alanlarda ki otlar daha sonra da çayırlar biçilir ve bir kaç gün kurumaya bırakılırdı. Eğer bu arada yağmur yağarsa, hava açtıktan sonra dirgenlerle çevrilir kurumaları sağlanırdı. Otlar arabalarla harman yerine taşınır burada döğenlerle saman haline getirilerek samanlıklara aktarılırdı. Harmanın enzor işide bu ot samanı ile uğraşmak olurdu. O nedenle herkes ot işini bir an önce bitirmeye bakardı.
       
Otlar bittikten sonra arpalara ve buğdaylara sıra gelirdi. Bu iş sırasında belki de dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen HAFİ denen bir yardımlaşma sistemi uygulanırdı. Ekilmişi çok olan veya ekini olgunlaşıp hasatının gecikmesin de sakınca olanlar komşularını HAFİYE çağırırdı. Kendisine yardım edilenler yardım edenlerin ihtiyacı olduğunda yardıma gelinen gün kadar yardıma giderlerdi.
         Bir gün önceden tırpanlar çekiçlenir, ananatlar (ağaç dirgen) tamir edilir tırmıkların eksik dişleri takılırdı. Akşamdan da hafiye geleceklere haber verilmiş olunurdu.Sabahleyin at arabalarıyla tarlaya gitmek üzere çıkılırdı. Kızlı erkekli bu kafileler köyün içinden geçerken en çok tırpanlarının bıçaklarını havaya kaldırmış, saplarını da araba sandığına dayamış vaziyette tutan tırpancılara özenirdim.Tarlaya varıldığında en verimli zaman olan sabah saatlerini değerlendirmek için hızla işe başlanırdı. Önce tırpancılar tarlaya girer aralarında 3–4 m aralık bırakarak biçmeye başlarlardı. Her tırpancı 2–3 m genişliğinde biçerek giderdi. Tırpanın her sallanışında, tırpanın kalitesine, tırpancının ustalığına göre değişen ssssssııııt diye bir ses çıkardı. Her sesten sonra biçilen ekinler yere yatar tırpanın arkasından toplanarak ferkleri oluştururlardı.
          Tırpancılardan sonra ananatçılar girerdi tarlaya, tırpanlarla biçilip ferk haline gelen sapları toplarlar birkaç ananat ağzını üst üste koyduktan sonra, ananatı yukarıdan aşağıya saplayarak başlarının üstüne kaldırır destelerin oluşacağı yere taşırlardı. En son olarakta tırmıkçılar girerdi tarlaya, onlarda tarlada kalan sapları tırmıklayarak ilerlerlerdi. Bazen tırmıkçılar ananatçıları, ananatçılar da tırmıkçıları sıkıştırırdı. Bazen de tersi olurdu tırpancılar usta ve hızlı çıkarlar biçme işini ötekilerden bir hayli önce bitirirlerdi. O zaman da serin bir ağacın gölgesinde ayranlarını içerlerken arkadaşlarına takılırlardı. Ananatçılar delikanlılardan tırmıkçılarda kızlardan oluşurdu. Bu nedenle bu iki gurubun arasında devamlı birbirine takılmalar olurdu. Bazen de kaşen olanlar olurdu aralarında, onlar hiç yorulmazlar akşamın olmasınıda istemezlerdi.    Çocuklar da, gözeneklerinden çok hafif su sızdırdıklarından dış yüzleri ıslak olan, bu nedenle de içlerindeki suyu hep soğuk tutan toprak testilerle su dağıtırlardı.En zevkli an ise öğlen üzeri verilen yemek molasıydı. Bulgur pilavı, süzme yoğurttan yapılarak tulukta bekletilmiş ayran ve karpuzdan oluşan öğle yemeği benim için dünyanın en zengin sofrası ile değişilmezdi. Bazen aklıma geldiğinde tereyağlı bulgur pilavının kokusunu resmen duyarım. Ekinler biçilip desteler haline getirildikten sonra sıra harman yerine taşımaya gelirdi.Arabaların üstüne konan delice veya kanatlarla destelere yanaşılır saplar arabalara yüklenirdi. Yükleme iş ide ustalık isteyen bir işti. Eğer iyi yüklenmezse hem yeterince yüklenemez hemde yolda sapların kayarak dökülmesine neden olurdu. Bu da arabayı yükleyenler için hiçte iyi olmazdı.Sapların tamamı harman yerlerine taşındıktan sonra 1–2 gün dinlenilir ve hemen döven işine geçilirdi. Saplar daireler biçiminde yayılır, at veya öküzlerle çiğnenerek harman haline getirilirdi. Arkasındanda altında sıra sıra çakmak taşlarının(döven taşı) bulunduğu, dövenlerle harman işine başlanırdı. Dövenleri ya atlar yâda öküzler çekerdi.Öküzle harman sürmeyi hiç sevmezdik: çünkü öküzün harman yerine pislemesine izin verilmezdi. Öküz kuyruğunu kaldırır kaldırmaz hazırda olan teneke bir kabı hemen altına tutarlardı. Atlarda ise bu sorun yoktu onlara her şey serbestti. 2–3 gün süren bu işlemin sonunda saplar saman halini alır başaklarda ezilerek denelerini dökerlerdi. Sonuçta saman ve denenin karışık olarak olduğu bir yığın oluşurdu. Bu yığınlar o günlerde esecek rüzgâr tahmin edilerek, esintiye göre ince uzun, tınaz denen öbekler halinde toplanırdı. Rüzgâr esmeye başladığında hemen yabalarla tınazın başında yer alınır savurma işine başlanırdı. Rüzgâr gece cıkmışsa lüks ışıkları ile etraf aydınlatılırdı. Harman savurma çok ustalık isteyen bir işti. Saman ve dene karışımını rüzgârın geldiği yöne doğru hafifçe meğil vererek dağıtarak savurmak gerekirdi. Bu işlem sırasında samanlar yel tarafından 5–10 m uzağa götürülürken deneler oldukları yerlere düşerlerdi. Samanla denenin ayrılması bittikten sonra, deneler kalburlarla elenir çuvallanırdı. Bu safha çocukların en çok sevdiği zamandı. Çünkü deneler meydana çıktığında arpa olsun buğday olsun çocuklara anneleri veya yengeleri tarafından biraz pay ayrılarak verilirdi. Çocuklarda bunu hemen bakkala götürürler istedikleri şeyleri bolca alırlardı. En çok aldıkları şeylerse kahverengi sütlü şeker, lokum ve püsküvit olurdu.Buğdaylar daha harman yerinde tohumluk, bulgurluk, unluk olarak ayrılırdı. Geriye kalanda evlerin önündeki ağaçtan yapılmış ambarlara doldurulurdu.  Un için ayrılanları erkekler değirmene götürdüğünde, kadınlarda bulgurluk ve göcelikleri çeşmelerin ahırlarında yıkar ve kaynatırlardı. Kaynamış buğdayları da ekseri evlerin düz dambaşılarına serdikleri kilimlerin üzerinde kuruturlardı.  Çocuklarda kuşlara karşı bu sergileri beklerlerdi.İşin en zor yanı ise samanı çekmek ve samanlıklara koymak olurdu. 500–600 kg kapasitesi olan saman tahtaları arabalara konur önleri ve arkaları pala ve çullarla kapatılırdı. Bir kişi büyük saman yabası ile sandığa döker bir kişide sandıkta çiğnerdi. Saman yüklü araba samanlığın penceresine veya kapının önüne arka arkaya yanaştırılır, saman yabalarla içeriye ittirilirdi. İçerde de bir kişi olur oda bu samanları samanlığın dibine doğru aktarırlardı. İşte bundan sonra yıkanıp temizlenilir.

          —Yarabbi şükür hamim titekijiğ denirdi.

          -(Allaha çok şükür harmandan kalktık.)
          Zamanla her şey makineleşti bütün bu güzellikler de zorlukları ile birlik te tarihe karıştı.
 
         Orhan OCAK

ANA SAYFA....... ......a dön
ANILAR, ANILAR ......a dön

 
 


################ * Kaybedilenler (Bunun alt sayfası: "111111111111") ################
 
 KAYBEDİLEN AKRABALIKLAR
      Şubat ayının sonlarına doğruydu. Kış zahmeride yapamadığını şimdi yapıyordu. İki gün yağan kar dizi geçmişti. Evlerin damlarndan kürenen karlarla saçaklardan sarkan karlar birleşmiş dünyada hiçbir mimarın düşünemeyeceği şahane dış cephe kaplama örnekleri oluşturmuştu.
      O akşam çok sık gittiğim Şewoş Battal Amcalara gitmiştim. Rahmetli nazike teyze beni kapıda karşılayarak:
      Keblağ, keblağ siçal ( Buyur, buyur oğlum ) diyerek karşılamıştı. Biz Battal Amca ile hal hatır sorma faslındayken çaydanlığı kuzinenin üstüne, ekmek pidesini de gözüne koymuştu bile. Ben biliyordum ki bunların yanına, evin balkonunda tavana monte edilmiş sütlükteki sütten alacağı kaymağı ilave ederek güzel bir sofra hazırlayacaktı.
      Battal amca görmüş eski bir karakol çavuşuydu. Seneler geçtikçe çocuklarından yanlarında kimse kalmamış, hepsi ekmek parası peşinde dağılmış gitmişler, karı koca iki katlı kocaman evde yapayalnız kalmışlardı.
Bu nedenle bazı akşamlar çocuklarla beraber bazı akşamlarda yalnız başıma yaptığım ziyaretler onları sevindiriyordu.
      Biz biraz kıştan biraz havalardan konuştuktan sonra tam memleket meselelerini çözmeye başlamıştık ki kapı çalındı ve gel dememize fırsat vermeden açıldı. Açılan kapıdan da 5. sınıf öğrencilerinden Ömer girdi.
      Ömer, kapının yanında ki boşlukta önce ayaklarını yere vurarak sonrada üstünü başını silkeleyerek karlardan temizlendi sonrada hiç acele etmeden:
      --Öğretmenim Netağho Sefer gile Yenice köyünden misafir delikanlılar geldi, Hamit abimde beni sana gönderdi haber vereyim diye. Sözünü bitirdiğinde büyük bir iş becermiş insanların tavrı ile beklemeye başladı, bir taraftan da Nazike Teyzenin yeni kurduğu sofraya bakıyordu. Nazike Teyze sıcacık pideden bir parça kopardı arasına bolca kaymak koyarak çocuğun eline verdi onu kolundan tutup toprak dolgulama yoluyla yapılan sedirin kenarına oturttu.
       Biz bu mevsimde bu havada Yeniceden değil komşu köyden bile gelinemeyeceğimize inandığımız için birisinin şaka yaptığını düşünerek sofraya oturduk yemeğimizi yemeye başladık. Psinetğuçlardan Rıfat ile Çıçkanlardan Nurettin 74-1 tertip olarak askere gideceklerinden onlara her gece eğlence tertipliyorduk, garanti onların işidir diye düşünüyordum.
       Bu arada Ömer ekmeğini bitirmiş gitmek için davranmıştı. Merakımı yenemedim sordum:
      --Oğlum sen gelenleri gördün mü kimlermiş tanıdın mı?
      Çocuk hiç istifini bozmadan
      -- Gördüm öğretmenim ama tanıyamadım biri Ali ghe’nin oğlumuymuş neymiş. Dedi ve çıktı gitti.
      Çocuk çıkmıştı ama biz öylesine bir şaşkınlık içindeydik ki bir süre süren sesliğin ardından Battal Amca sessizce;
      -- Ali Geh’in oğluysa gelmiştir dedi.
      Yine böyle bir kış günüydü, tesadüfe bakın ki yine aynı evde aynı kişiler oturuyorduk Kapı çalınmadan sonuna kadar açılmış 2 m yi geçen boyu ile Ali geh girmişti üstü başı kar içindeydi bir karışı geçen bıyıklarından da buz parçaları sarkıyordu ayakları dibinde duran köpeğinin de ağzının etrafı buz tutmuş soludukça da buz çakıldakları büyümüştü. Ali Geh tüfeğini kapının ardına dayadıktan sonra
      -- Mi şhapsığağheme yaşha bsiğodet amirmeme moşte mezişham redısiniğha…..
      Battal Amca’da bir taraftan misafirinin kürkünü çıkarmasına yardım ederken bir taraftan da,
      -- Abzağeme yaşhağher terezime meştowo mafem ğogu tahane, diyerek gelen taşlamanın cevabını vermeye çalışıyordu.
O günler bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti, işte Ömer’in geldiğini söylediği delikanlılardan birisi bu adamın oğluydu.
      Bende fazla oyalanmadan misafirlerin geldiği Netağholara gitmek üzere evden ayrıldım.
           
       Netağholerin evine vardığımda kızlı erkekli bütün gençlerin toplandıklarını gördüm. Misafirlerden Aliko Halıis enine boyuna yapılı bir çocuktu Yahya ise inadına zayıf ve uzun boyluydu.
       Gençleri birkaç gün ağırlatıktan sonra Başara köyüne götürdüm. Öyle bir yolculuğumuz vardı ki bu günkü teknik imkanlarımız olup kameraya alabilseydik izleme rekorları kıracak filmlerin hazırlanabileceği gibi, görüntüleri de günlerce haber programlarından inmezdi. Hafif erimeye yüz tutmuş kara batan ayaklarımızı kardan çıkarmaya bir hayli uğraşıyorduk. Ağlarca Başara arası yolun tam ortasındaki Han ilçesine ulaşıp ısınmak için bir kahveye girdiğimizde iki arkadaşımızın ayakkabılarının birer tekinin olmadığını gördük. Soğuğun uyuşturduğu ayaklardan ayakkabının çıkarak karın içinde kaldığını fark etmemişlerdi bile.
       Eğlenceli geçen başara ziyaretinden sonra onları Yazılıkaya köyüne de götürdüm. Allah rahmet eylesin Sarı bey’in oğlu Nazım bizi bırakmadı hem bizi hem de misafirlerimizi iki gün ağırladı ve bu süre içinde unutamayacağımız bir düğün ve eğlence ortamı sundu.
       Nihayet gün geldi bizim askerleri de alarak hepsini birden uğurlamak üzere kazaya indik. Kazaya varır varmaz Halis bana dedi ki:
      -- Ağabey burada benim iki teyzem varmış imkanı varsa uğramak isterdim. Dedi. Hiç umursamadan ‘’kimmiş senin teyzelerin’’ diye sordum.
      -- Halis biraz sıkılarak ben hiç görmedim amma annem mutlaka uğra dedi. Birisi Zelha, diğeri de Dane teyzemmiş dedi.
      Bu laf üzerine o kadar şaşırmıştım ki birkaç dakika bir şey diyemedim, kendime geldikten sonra Halis’e dönerek:
      -- Sen ne dediğini biliyor musun o dediklerinin biri benim annem biride teyzem, dedim.
      Halis sıkılganlığı biraz daha artarak;
      -- Vallahi sani aşte yioğ, diye fısıldadı.
      Eve varasıya kadar hiç birşey demedim. O sıralar Kilise Köyünde ki eniştem öldüğünden beri annemin yanında kalan Nazire Ablama Halis’i göstererek:
       --Abla bunu bir dinler misin anneme de Dane teyzeme de teyze diyor diyerek olayları kısaca özetledim.
       Ablam halisi şöyle bir süzdükten sonra:
       --Ğheti virşaw diye sordu.
       Halis biraz şaşkın vaziyette,
       --Yeniceli Ali’nin oğluyum babama uzun Ali de derler, der demez ablam Halis’e sıkı sıkı sarıldı, bu durum epey sürdü ablam gözlerindeki yaşla durup durup Halis’e sarılıyordu.
       Ablam bizi oturttu ve uzun uzun anlattı bizler teyze çocuklarıymışız. Annem bizim köye Halis’in ninesi de Yeniceye gelin gitmişler. O zamanlar sık sık görüşen teyze çocukları, hatta Sarıcaova da Dayılarının yanında büyümüşler diyebileceğimiz bu çocuklar bir aile gibi olmuşlardı. Zamanla onlar İzmir’e Biz çiftelere taşındıktan sonra bağlar kopmuş aileler birbirini unutmuşlardı.
      Ama kader yurdun iki ayrı şehrinde yaşayan iki gencin askerlik öncesi köylerini ziyareti ve büyüklerin yönlendirmesi ile bu ziyaretlerin geniş tutulması sonucunda bu tanışma olayı olmuştu.
      -- askerleri bir gece misafir ettikten ve ertesi gün gidilecek yerlere de ayaküstü uğradıktan sonra Askerlik şubesine giderek askerleri teslim ettim.
      Olaylar bundan sonra daha ilginç gelişti Çıçkanlardan Nurettin Kütahya’ya Ablamın oğlu Rıfat la Haliste Isparta’ya gittiler, Aynı bölük ve aynı takımda acemiliklerini yaptılar ve birlikte Kıbrıs’a gönderildiler. Orada da ayrılmadılar biri makineli tüfekçi biri de yardımcısı oldu. Birlikte birbirlerine güvenmekten kaynaklanan güçle iyi bir tim oluşturdular,   Beşparmak dağlarında ki mağaraların temizlenmesinde büyük yararlılıklar gösterdiler.
       Eğer böyle bir tesadüf olmasaydı iki teyze oğlu askerliklerini birbirlerini tanımadan tamamlayacaklardı.
       Çocukların askerliği bittikten sonra uzun yıllar gene görüşemedik ama Halis’i Balıkesir Susurluk dolaylarında ki yağlı güreşlerde kısbetinin bel kısmına yazdırdığı Çerkesoğlu yazısıyla ayırt ederek gururla takip ettik.
35 yıl sonra 1911 yılındaki Ağlarca Köy’ü şenliklerine çıktı geldi. Susurluk dolaylarından bir adige kızı ile evlenmiş getirdi tanıştırdı gelinimizin çatır çatır adigece konuşması xabzeyi titizlikle uygulaması beni sevindirdi.    Bende gıyabında tanıdıkları Halis Ağabeylerini çocuklara tanıttım.   Telefonlar, adresler alındı. Belki bu telefonlar adresler kullanılacak belki bir yerlerde unutulup kalınacak. Bu hikaye gibilerle çok karşılaştım birbirini tanımayan dayı yeğenler gördüm, birbirinden habersiz kaşen olan gençlere rastladım. Ne olur akrabalarımızı unutmayalım senede bir kerede olsa onları hatırlayalım ve kendimizi hatırlatalım.
    Orhan Ocak –06-01-2012 Eskişehir.
 
ANA SAYFA....... ......a dön
ANILAR, ANILAR ......a dön

 

################ Mahmut Göktepe - vefat (Bunun alt sayfası: "1212121212") ################
 

 
 
 
Acı kaybımız.

        Ağlarca köyünden,  Gülseren Ocak, Zeki Yener, Gülten Özkay, Gülsen Yener, Güler Yener'in anneleri değerli büyüğümüz Mükerrem Yeneri 07.04.2009 tarihinde kaybettik. 
        Köyümüzün en yaşlı kişisi olan büyüğümüz şaşılacak derecedeki hafızasıyla, köyümüz yakın tarihindeki olaylarla ilgili baş vurduğumuz en önemli bilgi kaynağıydı.
         Kendisine yüce Allah tan rahmet ailesine de sabır ve metenet dileriz
aglarca.tr.gg 07.04.2009







Arşiv sayfasına dön   HABER ARSiVi 

Bu sayfa hakkındaki son yorum:

Yorumu gönderen: Hasan Sert, 16.09.2009 23:54:09:
Allah Rahmet eylesin,mekani Cennet olsun.


Yorumu gönderen: mesut seven, 27.08.2009 21:17:38:
mahmut amcanın tüm ailesine baş saülığı diler ve mahhmutamcayada allahtan rahmet diler TOPRAĞI BOL OLSUN saygılarımla msut


Yorumu gönderen: cevdet topak, 25.08.2009 04:45:51:
((( mahmut amcam yattigin yer cennet olsun butun kardeslerimin basi sagolsun


Yorumu gönderen: seçkin yener, 24.08.2009 09:34:08:
komşumuz mahmut amcamız daha 15 gün önce beraberdik, sanki içinemi doğdun kide her gelişinde uğruyon sagol hakkını helal et dedin, allah rahmet eylesin sen hakkını helal etallah rahmet eylesin


Yorumu gönderen: Muhsin Urgan, 23.08.2009 19:45:04:
Allah rahmet eylesin.Ailesine başsağlığı diliyorum.


Yorumu gönderen: mustafa yener, 22.08.2009 20:35:26:
dostluğunu,komşuluğunu,ağabeyliğini,insanlığını...hangisini saysam kiii Mahmut Amca.. mekanın cennet olsun..tüm akraba ve sevenlerine başsağlığı diliyorum...


Yorumu gönderen: Yılmaz TOPAK, 22.08.2009 18:44:22:
Allah rahmet eylesin,gerçek dünyası cennet olsun,ailesine başsağlığı diliyorum.


Yorumu gönderen: Ertuğrul DEMİR, 22.08.2009 17:28:29:
Allah Rahmet Eylesin.Kederli Ailesine başsağlıgı dileriz. Mekanı cennet olsun.


Yorumu gönderen: Cemil MERCAN, 22.08.2009 15:13:39:
Allah Rahmet Eylesin. Geride kalanlara başsağlığı dilerken, sağlıklı, hayırlı ve uzun ömürler dilerim.


Yorumu gönderen: Orhan Ocak, 22.08.2009 00:13:09:
Tam başlıkta ki gibi köyümüzün geriye kalan bir kaç çınarından biriydi. Her zaman gülen yüzünü, hatırşınaslığını,hiç bir zaman unutmayacağız. mekanın cennet olsun.

################ *Acemi avci (Bunun alt sayfası: "111111111111") ################
     

     ÖLÜMLE YAŞAM ARASINDA 
 
    
1979 yılının şubat ayıydı. Bir haftadır yağan kar yağışı durmuş, havada birden bire değişmişti. Sanki yazdan kalma bir gün yaşanıyordu. Yerdeki 30 cm lik kar olmasa kış günü olduğuna kimse inanmazdı.
      Böyle havalarda köylüler hayvanların yemini suyunu verip altlarını küredikten sonra Seydi’nin samanlığının arkasında toplanırlardı. Burası köyün kahvesi konumundaydı. O gün gene birkaç kişi toplanmış konuşuyorduk. Söz döndü dolaştı ava geldi. 
     Yahya önündeki karları ayağıyla ezerken;
     —Tam av havası, kar iyice yumuşadı, bu karda tavşan kaçamaz iyi bir köpekle 3–4 tane avlanır dedi.
     Sanki oradakiler böyle bir teklif bekliyorlarmış gibi hemen ava çıkılmaya karar verildi.
     Yalnız hiç birinin av köpeği yoktu. Hilmi bana dönerek
     — Hoca sende gel o zaman İzzet av köpeğini verir dedi.
     İzzet eniştenin de av köpeği çok meşhurdu, önüne kattığı tavşanı ya avcıların önüne sürer ya da gidebildiği yere kadar kovalardı. İyi bir gezintiyle biraz dağ havasının iyi geleceğini düşünerek kabul ettim.
     İzzet enişteye giderek tüfeğini ve köpeğini aldım, tüfekte eski ağızdan dolmadan çevrilerek kırma yapılmış onikilik bir tüfekti, altı köşe dökme demirdenmiş gibi duran, namlusu normal tüfeklerden 20 cm daha uzun bir tüfekti. Bu nedenle de menzili bir hayli fazlaydı.
     Köpek benim tüfekle evden çıktığımı görüce av olduğunu anlamış etrafımda koşuşturup oynamaya başlamıştı.
     Diğerleriyle köy meydanında buluştuk. Yahya, Hilmi, ben birde gençlerden Hayati vardı.
     Hemen sarı bele kadar gidip bir iki saat av yaparak dönmeye karar verdik.
     Sarıbel’e vardığımızda herkes iz aramak için veya bir çalının dibine sinmiş bir tavşan görebilmek için dağıldılar. Bende montumu çıkararak karların üstüne serdim, tüfeği de dipçiğinden kara sapladım. Montun üzerine oturarak sigaramı yakıp önümdeki manzaranın güzelliğini seyretmeye daldım. Buranın bitki örtüsü çoğunlukla çam ve ardıç ağaçlarından oluşuyordu. Aralarda da meşe ağacı kümeleri vardı. Meşelerin çıplak dalları üzerinde biriken karlar güneşin etkisiyle kayıp düşüyorlardı, bu nedenle sanki yarı çıplak gibiydiler. Çam ve ardıç ağaçlarındaki karlar ise olduğu gibi duruyordu. Kışın dökmedikleri yaprakların yeşilliği ile üzerlerindeki beyazlık seyrine doyum olmayan bir manzara yaratıyordu. Köy tarafına sırtını verip durduğunda karşıya doğru bir yol uzayıp gidiyordu, biraz ileride ormanın içinde kaybolup gidecekmiş gibi olan bu yol dağların arasından uzayıp giderek Peçene ve Kilise'ye çıkıyordu. 
       Yolun sağ tarafındaki dağlar sıra halinde Yazılıkaya,Yapuldak ve kümbet köylerine kadar ulaşırlardı. Sağ tarafta ise kış yaz rüzgârının hiç eksik olmadığı azametli Göktepe vardı. Arkasındaki dağlar takip edildiğinde Göl yaması, Kirazlıdere geçilerek han merasına girilirdi.
      Birden arkamdaki çalıdan bir hışırtı duyuldu, geriye döndüğümde iri bir tavşanın çalıdan fırladığını gördüm. Daha ben silaha uzanırken de ağaçların arasında kayboldu gitti. Birkaç saniye geçmeden de çakalın sesi duyuldu. Köpek nasıl fark etmişse etmiş hemen tavşanın peşine düşmüştü.
     Bir saat kadar tavşan karşı yamalarda dolandı durdu, köpekte arkasından kovaladı. Bir ara arka arkaya iki silah sesi geldi ama köpeğin sesinin kesilmemesinden tavşanı vuramadıklarını anladım. Bu silah seslerinden sonra tavşanda köpekte hızla uzaklaştılar. Köpeğin sesi yavaşlayarak kayboldu gitti. Bazen rüzgârın içinden birkaç cılız havlaması da zaman geçince kayboldu.
     Güneş batmak üzereyken arkadaşlar yamaçlardan birer birer inerek geldiler. Artık köye dönme zamanı gelmişti. Arkadaşlar köyün yolunu tutarken bende köpeğin peşine düştüm. Niyetim onu bulup en kısa zamanda dönmekti. Birkaç kere iz kestikten sonra tavşanla köpeğin gittikleri yolu bulup peşlerine düştüm. Birkaç kere silah attım. Eniştemin dediğine göre köpeğin bu silah seslerine gelmesi lazımdı ama ne gelen oldu ne giden. Birden havanın karadığını hissettim, içimi bir korku kapladı. Tam geriye dönmeye kara verdiğimde karşı yamadan köpeğin sesi belli belirsiz geldi. Bir el silah atarak o tarafa yöneldim. Bu olay birkaç kere tekrarlandı. Bu ara bende birkaç ufak dağı aşmıştım. Havada iyice kararmıştı. Açık gökyüzündeki hilal şeklindeki ayla yerdeki karlar birlikte loş bir aydınlık yaratıyorlardı. Çamlardan püsen inmeye başlamıştı. Bu püsenle hafif hafif esen rüzgârın sürüklediği karlar kısa zamanda izleri örterek yok etti. O zaman paniğe kapıldım. Bir tavşanla bir köpeğin izlerinin bile bu kadar önem taşıyabileceğine ömrümde inanmazdım.
      Artık önümde üç seçenek vardı birincisi geriye dönmek, izlerin silindiğinden çevremdeki hiçbir yeri tanıyamadığımdan dönüş yolunu bulamayacağım kesindi onun için bu seçeneği hemen geçtim. İkincisi olduğum yerde durmadan ufak bir daire üzerinde dönmek. Böylece aramaya çıkanların bana ulaşasıya kadar sağ kalmayı becermek.   Şewoşlardan Hacı Yusuf bir gece vakti Kayı dan  gelirken karaağaç mevkiinde tipiye tutulmuş bir metre önünü göremediğinden şaşırmamak için yola devam etmeyerek bu metodu uygulamıştı. Onun yeri hem köylere yakındı hem de sabaha az kalmıştı. Bu da benim durumuma uygun değildi, geriye üçüncü yol kalıyordu. Aynı yönde mümkün olduğu kadar sapmadan yürümek. Yürüdüğüm zamana, aldığım yola aştığım dağlara bakarsan kısa bir müddet sonra Yazılı, Tonra, Yapuldak köylerinden birine ulaşabilirdim herhalde.
     Bu düşünce bana yeni bir enerji verdi.
     O hızla birkaç tepe daha geçtim. Her tepeyi aşışta bir köy karartısı görmeyi bir köpek sesi duymayı beklerken her tepeye ulaştığım da karşımda yeni bir vadi ve yeni bir tepe görmek çok kötüydü. Acaba dedim kendi kendime benim için hayat buraya kadar mıydı?
     Gözümün önünden bütün geçmişim bir film gibi geçmeye başlamıştı. Film şeridi aileme gelince takıldı kaldı. Canım kadar sevdiğim üç kişi dikilmişlerdi karşıma. Bunlar eşim ve iki çocuğumdu.
     Zaman gece yarısını geçmişti. Bir ağacın altına oturup bir sigara içerek dinlendikten sonra yola devam etmeyi düşündüm. Öyle uykum gelmiş öylede susamıştım ki.
      Birden sanki hemen arkamdaymış gibi gelen kurt ulumasıyla kendime geldim. İki saat önce bu ulumalar bir hayli uzaktan geliyordu. Karşıma gelip dikilseler de umrum da değildi artık çünkü donma tehlikesiyle karşı karşıyaydım. Her ihtimale karşı sesin geldiği tarafa tüfeği doğrultup bir el ateş ettim.
      Birden içimi bir ümit kapladı bu kurt tanrının bir lutfuydu, ettiğim bütün  duaların karşılığıydı beklide. Eğer kurdun ulumasını duymasaydım ağacın altına oturacak anında da hiç uyanmamak üzere uyuyacaktım.
      Yorgunluktan ayaklarım beni taşıyamıyordu artık kara batan ayaklarımı çıkarmakta iyice zorlanmaya başlamıştım. Öylede uyku bastırmıştı ki göz kapaklarımı kapatsam hemen ayakta uyuyacaktım. Karamanlı çavuş geldi aklıma,  Siirt’in Kozluk ilçesinin Geyikli köyünde çalışıyordum. 1973 yılının aralık ayıydı, çok sert bir kış geçiyordu. O sabah çocuklar telaşlıydı. Ne olduğunu sordum.
     —Öğretmen Beşkonak karakolunun çavuşu öldü dediler.
     Yerini öğrendim köy girişindeki kayalıkların dibindeydi. Hemen dışarı çıktım ve o yana yöneldim. Aklıma ilk gelen eşkıya ile girdikleri bir çatışmada vurulmuş olması ihtimaliydi.
     Arkamdan birkaç köylüde yetişti, onlarında malumatı yoktu.
     Olay yerine vardığımızda baya bir kalabalık toplanmıştı. Bizim köy karakolunun jandarması tedbir almış kimseyi yaklaştırmıyordu. Çavuş sırtını kayaya vermiş oturur vaziyetteydi bir eli dizinin üstündeydi, parmaklarının arasındaki sönmüş sigara hala duruyordu. Kazadan gelirken yanındaki jandarmaları göndermiş kendiside biraz soluklanıp, bizim karakola uğrayacakmış ama o çöküş o çöküş olmuş.
     Bu hatıra beni biraz canlandırdı. Tırmandığım tepenin doruğuna bir 40–50 m vardı oraya varabilsem diye düşündüm, hoş varsam da ne olacaktı bir vadi daha, bir tepe daha çıkacaktı karşıma. Ayaklarımda sanki bir ton yük vardı, her tarafım uyuşmuştu. Kulaklarımda çocuklarımın ha gayret diyen sesleri vardı. Ölürsem de ayakta ölmeliydim, bunun için Allaha bir kere daha yalvardım. Tepeye nasıl ulaştım bilmiyorum. Tepeye ulaşmıştım ama bir şey göremiyordum, iri çam ağaçları görüşümü kapatıyordu. On M sağımda bir a
çıklık vardı son bir gayretle oraya yöneldim. Açıklığa ulaşıp aşağıya baktığımda. Karşımda bir dağ yoktu. Dağın eteğinin bittiği yerde, alaca karanlığın içinde hafif engebelerle uzanıp giden bir düzlük vardı. Biraz dikkatli bakınca da yamacın bittiği yerde ev karaltıları gördüm. Bir kaçında da çok hafif ışıklar sızıyordu. Aman Allah’ım ne kadar güzel bir manzaraydı bu. İlk işim diz çökerek Allah’a şükretmek oldu. İçimden ayağa kalkıp aşağıya doğru koşmak geldi. Davrandım ama ayağa kalkamadım.
Yılını tam hatırlayamıyordum tahminen 1950 yılının mart ayıydı. Kayı Köyünden iki avcı, öldürdükleri kurdun derisini otla doldurarak bir sopaya geçirip, köyleri dolaşarak sürü sahiplerinden bahşiş topluyorlarmış. Günlük güneşlik bir havada bizim köyden çıkıp Peçene’ye gitmişler. Dönüşte ise yakalandıkları kar ve tipiye rağmen, topladıkları buğday, arpa gibi şeyleri yükledikleri atın kuyruğundan tutarak, köyün girişindeki boğaz çeşmesine kadar gelmeyi becermişlerdi.
     Köye gelmenin rahatlığıyla çeşmenin başındaki taşın kuytusuna oturup bir sigara içmek istemişler ama donarak ölmüşlerdi. Cenaze sahipleri öldürülmüş olduklarından şüphelendiklerinden şikâyetçi olmuşlar, savcılık ve adli tabip gelmeden cenazeleri iki gün boyunca kaldırmamışlardı. Savcı ve tabip yarı yarı yola gelmeden kada mahsur kalınca cenazeler kızaklarla oraya kadar götürülmüşlerdi. Bu olay uzun yıllar iki köy arasında husumet kaynağı olmuştu, o yıldan sonra da bahar başlarında gelen kışlara bu iki adamın isimlerin den Çakır Ahmet kışı denmiştir.

     Beni de böyle bir sonun korkusu sarmıştı. Adımlarımı atamıyor adeta sürüklüyordum. Birden aşağılardan, köyün dışından köpek sesleri geldi. Bu bana güç verdi ama sadece iki adım atabildim. Olduğum yerde kazık gibi kalakalmıştım.
     Silah atayım diye davrandım uyuşmuş ellerimle fişeği namluya süremedim. Sonrasında da fişek yere düştü karların içinde kayboldu. Meydanda olsa bile eğilip alma durumum yoktu. Çaresizliğimden ağlamak üzereydim, kurtuluşa bu kadar yaklaşmışken hayatım avuçlarımın arasından kayıp gidiyordu. Aniden belimde ki silah aklıma geldi. Son bir gayretle tüfeği namlusundan yere sapladım, dipçiğini sol koltuğuma alıp yaslandım. Ama bir türlü kurşunu namluya süremiyordum. Mekanizmayı dişlerimle kavrayarak denedim ve becerdim.
     Yüze kadar sayarak bir el ateş ettim, tekrar yüze kadar saydım bir daha ateş ettim. Buna şarjördeki son mermi bitesiye kadar devam ettim. Bu hareket beynimi oyaladığından hem uyumamı önledi hem de silah seslerini duyan biri olursa yerimi bulmada kolaylık sağlayacaktı,
      Artık bu iş tamam diye dizlerimin üstüne çöktüğüm anda kuvvetli bir kolun beni koltuğumun altından kavradığını hissettim. Kolun sahibi hem beni sürüklercesine aşağıya indiriyor hem de uyumamı önlemek için devamlı bir şeyler sorarak konuşturmaya uğraşıyordu. 
      Neler dediğimi hatırlamıyorum ama adamı sesinden tanımıştım. Bu
eşimin dayısının oğlu. şevoşlardan Selahattin’di.
      Kendi köyümüze gelebileceğim den umudum hiç yoktu. Geldiğim yeri de Yapuldak köyü diye kafama taktığımdan: Allah Allah bu adamın burada ne işi var diye düşünüyordum. Bu ara ormanla iç içe olan ilk eve gelmiştik. Penceresinde ışıklar vardı. Daha Selahattin kapıyı çalmadan kapı açıldı ve Kanşaw Kasım Okay çıktı. Ben hala nerede olduğumu
kestiremediğimden  Kasım da gelmiş buraya diye düşünüyordum.
Kanşawlar eskiden beri atalarından itibaren avcı bir aileydi. Bu durumlarla birkaç kere karşılaştıklarından ne yapması gerektiğini iyi biliyordu. Beni soba yanmayan bir odaya aldılar. Kabanımı kazağımı çıkardılar, beni o halde evin içinde koltuklarıma girerek dolap beygiri gibi yarım saatten uzun bir süre konuşturarak çevirdiler.
     Sonlara doğru tatlısı biraz azca 5–6 bardak ta çay içirdiler. Sonrada sıcak odaya alıp çoraplarımı çıkararak ayaklarımı ılık suya koydular. Biraz kendime gelmiştim. Yengede bu ara sofrayı hazırlamıştı. Bir gün önce Kasım ağabeyin önezede vurduğu tavşanın yahnisiyle karnımı doyurdular. O an yemek bana o kadar lezzetli gelmişti ki, bu gün karnım acıktığın da hala o yahninin kokusu gelir burnuma. Artık iyice kendime gelmiştim ama bırakmadılar toprak sobanın arkasına bir yer hazırlayarak yatırdılar. Başımı yastığa koyar koymaz uyumuşum.
  
    Uyandığımda odayı gün ışığı doldurmuştu. Bütün köy haklıda oradaydı.    Çocuklarım birer elimi sıkı sıkı tutmuş başucumda oturuyorlardı. Uyandığımı görünce geri çekilmek istediler. Adetlerimiz gereğince başkalarının yanında anne babaya yaklaşmamaları öğretilmişti.  Kızacağımı sanmışlardı belkide. Ellerini bırakmadım aksine kollarımı omuzlarına dolayıp Bağrıma bastım uzun süre öylece tuttum. Odadaki kadınların bazıları kendini tutamamış hıçkırmaya başlamışlardı.
     Gözlerimi kapattım tanrıya uzun uzun şükrettim. Toparlanıp kahvaltımı yaptıktan sonra başıma gelenleri kısaca anlattım. Benim dışımda gelişen olayları da dinledim. Ben gelmeyince köylü bizim avcı arkadaşları bir hayli fırçalamışlardı. İzzet eniştem ve Fehmi ağabeyin önderliğinde iki ayrı koldan aramaya çıkmışlar izlerin belli olduğu yere kadar takip etmişler, izler kaybolunca da çaresiz geri dönmüşlerdi. Köpeği de Hamdi Topak, kiraz derenin ağzına sabah önezesine gittiğinde bir çalının dibinde bularak paltosuna sarıp getirmişti. Bir gece içinde hiç kimsenin ölümle yaşam arasında bu kadar gidip geldiği olmamıştır.Bu gün düşünüyorumda hiç kimsenin bır saat sonrasının belli olmadığını daha iyi anlıyorum.
  
         20–02–2008 Eskişehir. Orhan Ocak

ANA SAYFA....... ......a dön
ANILAR, ANILAR ......a dön

 
 


################ *Koyde kis aylari (Bunun alt sayfası: "111111111111") ################
     KÖYDE KIŞ AYLARI 
      Köyde kasım ayında kasım tavı ile ekilecek ekinler ekilip, koru kesildikten sonra kış hazırlıklarına başlanırdı.
     Öncelikle hayvanların ihtiyaçları tamamlanırdı. Samanlıklarda eksik varsa komşu köylerden saman alınır, dağların belirli yerlerinde de yağlı meşe yaprakları istif edilirdi.
       O zamanlar soba kullanılmadığından ocaklarda yakılmak üzere çam ve meşelerden oluşan ocaklık odunlar hazırlanır kuruluklara istif edilirdi.
      Aralığın 2. haftasında da kar yağışı başlardı. Aralıklarla yağan kar köy içinde kısa sürede 1 M yüksekliğe ulaşırdı. Her kar yağışında evlerin düz damlarından kürenen karlar evlerin boyuna ulaştığında biz çocuklar bayram yapardık. Bu üst üste yığılıp sertleşen karların içinde tüneller açmak, mağaralar oymak en zevkli oyunlarımızdı.
      Büyükler her kar yağışının sonunda ellerinde kürekler çeşmelere, komşulara, okula, camiye yollar açarlardı. Bu yollar köşe başlarında birleştikten sonra daha da genişlerlerdi. Buraları kullanmadan köy içinde bir yerden bir yere gidilmezdi.
       İlk karın düşmesi ile beraber yazın koşulan at arabaları falakaları çıkarılarak haşbak dediğimiz korunaklara çekilir, onların yerine köylülerin kendilerinin yaptıkları kızaklar hazırlanırlardı. Dört-beş ay süresinde bütün işler bu kızaklarla yapılırdı. Dağdan odun ve yapraklar onlarla çekilir, kazaya ve komşu köylere onlarla gidilirdi. Bu kızaklar bu gün bile kuyrukları bağlanmış koşumları süslenmiş atların halleriyle bazen gözümün önüne gelirler.
      Ama en unutulmayacak zamanlar Şubat tatilinin sonu olurdu. Tatil bitip de okullar açılacağı zaman, şehir ve kasabada okuyan öğrencileri götürmek üzere 4–5 kızak hazırlanırdı.
      Bu kızaklar kazaya kadar hiç yol aramadan yarışarak dağınık bir düzende giderlerdi. Böyle bir manzarayı bu güne kadar, daha bir filmin sahnesinde bile gördüğümü hatırlamıyorum. Bu günkü imkânlar olsaydı da bir resim karesi veya bir video çekimi alabilseydim diye hayıflanırım bazen.
       Biz çocuklar kardan adam yapmayı bilmezdik yalnız kar kümeleri ile oluşturduğumuz siperlerin arkasından birbirimizi kartopuna tuttuğumuz bazen de saldırıya geçerek karşı siperleri ele geçirmeye çalıştığımız bir çeşit savaş oyunu oynardık. Evlerin dambaşılarından kürenerek küçük bir tepe oluşturan karların tepesinden aşağıya yol açar buralardan kayardık. Akşam olunca da buralara su döker donmasını sağlardık. Gecenin ayazını yiyen bu kayak yerleri cam gibi buz olurdu.
        Bunların dışında her çocuğun mutlaka bir kızağı olurdu. Kimisi babasına, abisine yaptır kimisi de kendisi yapardı. Kızakları o dondurucu soğukta okul bağı gibi yerlerde ta tepelere çıkarır oralardan kayardık. Akşam eve geldiğimizde ıslandıktan sonra donarak boru gibi sertleşen pantolonlarımızı çıkarmaya epey uğraşırdık.
       Kış gecelerimizin en eğlenceli kısımları ise ferfenelerdi. Herkes evinden yağ, şeker gibi malzemeleri getirir, kendisinden rica ettiğimiz bir büyüğümüzde bize bunlardan kara helva yapardı. Bir taraftan da kavurgalar kavrulurdu. 
       Gençler ise geceleri toplantılar yapar bazen de bu toplantıları düğüne çevirirlerdi. Bizi bu toplantılara küçüksünüz diye almazlardı. Bizde toplantı yapılan evin önündeki ayakkabıları su ile doldururduk hemen donan bu sular ayakkabı sahiplerine zor anlar yaşatırlardı.
       Bu gün bu yazdıklarımı kıyısından bucağından yaşamamış veya başka birilerinden dinlememiş olanlar inanmayabilirler. Bu aynı zamanda küresel ısınma diye kendilerini parçalayan bilim adamlarının ne kadar haklı olduğunu da gösterir. Elli yıl önce böylesine kışlar oluyorduysa bu gün doğru dürüst bir kar yağışı göremiyorsak bir elli yıl sonra nasıl olur düşünmek bile istemiyorum.
 28.03.2009     Eskişehir   Orhan OCAK

 ANA SAYFA....... ......a dön
ANILAR, ANILAR ......a dön


 
 


################ *Özlem (Bunun alt sayfası: "111111111111") ################
 
*****ÖZLEM*****
     
  İnsan bazen geçmişe özlem duyar ya, kaybettiklerine, çocukluğuna, anılarına. Hani yaşlılar gençliklerini nasıl anlatırlar özlemle.
       Bazen bir çiçek kokusu götürür eskilere, bazen de birden bire gelir gözünün önüne hatıralar.
       Ben çok güzel bir çocukluk yaşadım. Kendimi şanslı hissediyorum en azından şimdiki çocuklara göre. Bizim zamanımızda bilgisayar yoktu, sanal oyunlar, sanal dostluklar yoktu. Oyunlar arkadaşlarla oynanırdı. Komşu oturmaları olurdu.
       Komşu köylerden gençler gelirlerdi oturmaya...
       Kışın kar yağdığı zaman hasta oluncaya kadar kartopu oynar, naylon çuvallara doldurduğumuz samanların üzerinde dağın eteğinden aşağılara kadar kayardık. Şimdi karda oynamayı bilgisayara değişir oldu çocuklar. Hasta oluncaya kadar oynardık. Anneannem hasta çorbası yapardı yoğurtlu. Miss gibi nane ve kekik kokardı. Nasıl özlemişim o kokuyu. O lezzeti ve anneannemin o bitimsiz sevgisini.
       Habibe teyze vardı nur içinde yatsın bunlar hiç unutmadığım karakterlerdir Ağlarca da. Bizi habzicikler diye severdi o zaman anlamını bilmezdim tabii)Kınalı örgülü saçları vardı. İki eli göbeğinin üstünde parmaklarını birbirine dolayarak konuşurdu. Hüseyin dede deyince hep define aklıma gelir. Bildiğim kadarıyla hayatı boyunca dağda bir yerlerde define olduğunu söylemiş ve aramış. Nur yüzlü birisiydi.
       Ases nine (dedemin kız kardeşi) başka bir Ases daha vardı sanırım köyde. Ases nine beni çok etkilerdi. Otoriter, kararlı tam bir Osmanlı kadınıydı. Gençliğinde çok güzel olmalıydı diye düşünürdüm hep. Dedeme çok düşkündü. Dedemde ona tabii. Dedem ölmeden önceki hastalık döneminde hep Ases ninenin kapısına gider ona seslenirmiş -Ases nerdesin hadi gel çay içelim diye. Çayı çok severdi Ases nine. Köydeki evinde yalnız yaşardı. Yaz akşamları dedemlerde oturur, çay içer, sohbet ederdi. Aslında pek sohbet de sayılmazdı muhalefeti severdi. Atışacak biri olurdu hep. Karaçaylılara da baya gıcık olurdu)Hep takılırdı bana da Karaçaylar şöyle, Karaçaylar böyle diye. Şalvar giyerdi hep.Çiftelerde kara örtme denir siyah uzun bir başörtüsü olurdu başında.Beyaz tenli,renkli gözlü saçlarındaki aklar bile çok yakışırdı ona.Tatlı sert bir ifade verirdi.Çayını içer bastonuna dayana dayana çıkardı yokuşu.Dedem o evine girip ışığını yakıncaya kadar beklerdi.Onun ışığı sönmeden de yatmazdı.Kardeş sevgisi ne kadar güzel bir şeydi.
       Çok uzun yıllar önce dedemin gençlik yılları köye haber gelmiş-Yahyako kayılılarla kavga ediyor diye. Ases nine karnı burnunda hamile düşmüş Kayı yoluna. Seslenmişler-Ases nereye kendini düşünmüyorsan karnındakini düşün diye.-Çocuk bulunur kardeş bir daha bulunmaz diye devam etmiş yoluna. Şimdi birlikte mutlulardır umarım.
       Yaz tatillerinde gider on, onbeş gün kalırdım Ağlarca da. Çerkezce öğrenme umuduyla giderdim ama onbeş yirmi kelimeyi geçemedi Çerkezcem. Çünkü konuşulmazdı. Ancak özel bir şey konuşacakları zaman konuşulurdu. Karaçayca konuşmayı özler Halime halaya koşardım. Necdet abinin annesine. Boylu poslu nur yüzlü bir kadındı Karaçayca konuşur hasret giderirdik. Kim bilir belki o da kendi diline duyduğu özlemi giderirdi benimle.
       Dilimiz, töremiz, adetlerimiz unutulmamalı değil mi? Hele hele özleyecek kadar.
       Çocuklarımız kim olduklarını, nereli olduklarını, ne olduklarını kültürlerini, dillerini bilerek yetişmeli ki bu güzel kültür hep yaşasın. Esen kalın.     
 
CEVHER ATEŞ    22--07--2008
 
 ANA SAYFA....... ......a dön
ANILAR, ANILAR ......a dön

 
 

 


################ *Cocuk gozuyle (Bunun alt sayfası: "111111111111") ################

       ÇOCUK GÖZÜYLE 
       Yemyeşil dağların ardında rüya gibi, kartpostal gibi bir köy… Kışın başka güzel yazın başka.
       Ağlarca için yola çıktık mı bir heyecan kaplardı çocuk kalbimi. Yol bitmezdi, öğrenmiştim sırasıyla hangi köyleri geçeceğimizi. Köye yaklaştıkça yeşile yaklaşırdık,missss gibi temiz havaya, ormana.Kıvrımlı,virajlı yollar ve köyü gördüğümüz ilk an.Dağların arasından gülümserdi bize…Heyecan daha da artardı.Son virajı da dönünce köy karşımızdaydı artık.
       Eskiden tahta büyük bir kapı olurdu köyün her iki girişinde de. O kapıyı açmak için yarışırdık kardeşimle. Hızlı olan açardı tahta kapıyı.
       Anneannemi kaybetmeden önce mezarlıktan geçtiğimizi fark etmezdik bile. Kardeşimi ve beni YAVRUMUN YAVRUSU diye seven anneannemin ölümünden sonra hep Fatiha okuyarak geçtik anneanneme ve yanındakilere…
  O zamanlar köye pek sık araba gelmezdi. Araba geldiği zaman onu gören ve sesini duyan herkes köy ortasına inerdi. Gelen kim diye. Eve daha girmeden karşılanırdık sevgiyle.
        Neziha teyze koşar gelirdi bizi görünce. Kardeşimi çok severdi, kardeşimde onu. İsmail arabadan inince Neziha teyzeye, Neziha teyzede kardeşime koşar sarılırlardı.
       Dedem anneannem ve teyzem çok sevinirlerdi. Anneannem nur içinde yatsın bizi öper, sever, koklardı. Ne güzel ne lezzetli gözlemeler yapardı. Şimdi o kadar lezzetli değil yediğim hiçbir gözleme.
       Dedem YAHYAKO; önceleri anlamını bilmezdim neden Yahya, KO ne demekti. Dedemin adı ramazandı. Ben ona Ramazan dede diye hitap ederdim. Sonra öğrendim KO oğlu demekti. Yani Yahya’nın oğlu. Köydeki herkes severdi, sayardı, birazda çekinirlerdi dedemden. Çocuklar bile Yahyako emmi geliyor diye kaçarlardı… O zaman üzülürdüm. Dedemden neden korkuyor çocuklar diye. Sonra anladım ki dedem kızarmış onlara camii duvarında yakalayınca çocukları, onların düşmesinden korkardı… Çocuklara kızar, söylene söylene gelirdi. Düşüp bir yerlerini kıracak şıdıler …
        Ağlarca da sabahlar başka bir güzel olurdu. Ne kadar geç yatsak da, yorgunda olsak erkenden uyanır ve hemen dışarı çıkardık. O mis gibi odun kokusu, sabah güneşi, temiz hava… Kışın dağların üzerindeki sisin o yavaş yavaş kalkmasıyla altından görünen yemyeşil dağlar.
       Teyzem ve anneannem bize ne yapacaklarını şaşırırlardı. Annemler iki kardeşlerdi. Onlar için biz, bizim için de onlar çok değerliydiler. Anneannemin topraktan bir ocağı vardı. O hiç sönmezdi. Her şeyi onun üzerinde yapardı. Ocağın iki yanında boşluk vardı. Birine ben birine kardeşim yatardık altımıza minderler dizip. Ocak da yandığı zaman ayaklarımızı bacaya koyardık. Sıcaklık içimizi ısıtır, uykumuz gelirdi. Bir başkaydı o zamanlar... Odanın her iki tarafında topraktan alçak sedirler vardı. Üzerlerinde minderler, tahtadan büyük bir raf, birde kocaman tahtadan bir kutu. Sonradan anladım ne işe yaradığını içine erzak konulurmuş.
        Neredeyse köydeki herkes gelirdi bize hoş geldine. Yaşlılar tuttururlardı tatlı bir sohbet, kadınlar ayrı, gençler ayrı… Bir ara bize takılırlardı Karaçeymisin Çerkezmisin diye. Bazen dozu kaçardı işin pooj muhabbetine dönünce. Pooj eski şapkalı demekmiş. Karaçaylılar ve Çerkezler arasında hep bir sürtüşme olmuş, halada olmakta sanırım… Üzücü bir durum aslında. Çünkü evlilikler de çok. Karaçay gelinler, damatlar…
       Yaz akşamları köyün ortasında toplanırdı bütün çocuklar. Çocuklar iki gruba bölünür saklambaç oynarlardı. Bir grup saklanır diğer grup onları arardı. Bütün köy saklanma mekânıydı. Tabiî ki saklananları bulmakta baya zor olurdu. Arayan grup bulamazsa SES VER diye bağırırdı saklananlara. Saklananlar ses vermek zorundaydı. Yıldızlı yaz gecelerinde saatlerce oynardık.
        Yaz tatillerinde de giderdim Ağlarca’ya. 15–20 gün kaldığım olurdu. Çok istememe rağmen Çerkezceyi pek öğrenemedim. Çünkü köyde kimse Çerkezce konuşmuyordu. Ancak çok yaşlılar ya da özel bir şey söyleyecekleri zaman konuşurlardı Çerkezce. Dolayısıyla Çerkezce olarak bidiğim kelime sayısı azdır.
        Köy o zaman kalabalıktı. Şimdi ise insanın içi acıyor. Çoğu ev kapanmış, çoğunda bir ya da iki kişi var sadece.
       Geçen yaz köydeki çalışmalara çok sevindim. Camiye bakım yapılmış, abdesthane eklenmiş, dernek binası, okul, lojman onarılmış, kooperatif kurulmuş, arsalar satılmış… Sevindim.
        Bende Ağlarca’yı hiç unutmadım. Çok seviyorum, çocuklarımı da götürüyorum. Onlarda çok sevdiler Ağlarca’yı.
        Ağlarcayla gönül bağı olan herkesin tek bir oda dahi olsa orada bir evi olmalı. Ve köyünü her fırsatta ziyaret etmeli. Hafta sonları şehirde piknik yeri aramadan köyüne, toprağına, insanına gitmeli. Sadece düğünlerde. Bayramlarda ya da cenazelerde değil, yüreği ne zaman isterse.
       Dedem en son onu gördüğümde bana Arada bir gelip bu ışığı yak kızım, bu ışık sönmesin, bu kapı kapanmasın demişti.
       Sana söz veriyorum Koca Çerkez o ışığı ömrüm oldukça söndürmeyeceğim, kapını kapatmayacağım…
Cevher ATEŞ
 
 ANA SAYFA....... ......a dön
ANILAR, ANILAR ......a dön

 



################ *Cok gec olmadan (Bunun alt sayfası: "111111111111") ################
 
    
Çok Geç Olmadan

      
 Uzun zaman önceydi;özel tv kanallarından birinde ana haber bülteninden sonra yaşanmış hayat hikayeleri anlatan bir sunucu vardı.O hikayeler beni çok etkilemişti. Hele bir tanesi...
       Hikayenin kahramanı İzmitli bir genç.Tahsilini bitirdikten sonra İstanbul'da bir işe girer ve orada yaşamaya başlar.
        Bir gece yarısı içine adını koyamadığı bir sıkıntı girer,uyuyamaz.Bir sıkıntı vardır ;adını koyamadığı,tamda göğsünün sol yanında ince bir sızı...
        Birden babası gelir aklına;çok sevdiği,saydığı,büyük bir çınara benzettiği güçlü idolü babası.Çok sevdiği ancak geleneklerinden,kültürlerinden dolayı hiç bir zaman sıkıca sarılıp,SENİ ÇOK SEVİYORUM BABA diye sarılıp öpemediği babası.(muhtemelen çerkezdi diye düşünüyorum şimdi)Hasret mi?özlem mi?bilmez bunları yıllar sonra düşündüren.Neden bu yaşına dek söylememişti sevgisini,neden sarılıp öpememişti ellerinden,yanaklarından neden...?
       
         Bir anda karar verir atlar arabaya.Babasına gidecek ve ona sıkı sıkı sarılacak,öpecek ve ona onu ne kadar çok sevdiğini söyleyecekti gözlerinin içine bakarak.
        Vakit gece yarısına geldiğinde evinin önüne gelir.Yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu anlar hemen.Baba evinin bütün ışıkları yanmaktadır.Koşarak girer eve,evleri yakın akarabalarla doludur. Hepsinde bir hüzün bir matem.
Koşar babasının yanına,içindeki sızı kalbinde bir oktur artık.Babası son anlarını yaşamaktadır,koca çınar doğrulur yattığı yerden,baba-oğul sarılırlar sımsıkı ilk ve son kez...Babasına onu ne çok sevdiğini söyler defalarca,öper ellerini,yanaklarını,koca çınar başını sallar göz pınarlarından akan yaşlar beyaz sakallarının arasında kaybolur, 
        -BENDE OĞUL BENDE ...
        Koca çınar oğlunu da görmenin huzuruyla ruhunu teslim eder.Kavuşur yaradanına.Oğul son anda da olsa onu çok sevdiğini söylemiş ve sıkı sıkı sarılmıştır babasına ilk ve son kez ne acı değil mi?
        Ertelemeyelim sevgilerimizi,duygularımızı her fırsatta söyleyelim ana-babalarımıza,eşimize ,dostumuza,çocuklarımıza, arkadaşlarımıza yarın çok geç olabilir...Çok geç olmadan...
        Cevher ATEŞ 09.11.2009   
 
 ANA SAYFA....... ......a dön
ANILAR, ANILAR ......a dön

 
 
 


################ *Hasret (Bunun alt sayfası: "111111111111") ################

               HASRET
          An gelir özlem dayanılmaz olur ya ,hani yüreği sıkışır,içinde bir yerler acır. Çaresizliğin verdiği sıkıntı ezer,kanatır yüreği...
          Özlenen; evlattır,anadır,babadır,gardaştır,arkadaştır ya da vatan...Hangisi olursa olsun an gelir burnumuzun direği sızlar,birden bire dökülür aniden yaşlar.Yürekten akan damlacıklardır onlar.Saf,temiz,katıksız...

         Bir anneler günü mesajı beni çok etkilemişti. ''Bir çocuğun annesini sevdiği gibi değil,bir annenin çocuğunu sevdiği gibi seviyorum seni anne'' 
İnsan ancak anne-baba olduğu zaman anlayabiliyor bu büyük sevgiyi.Hayattaki en değerlilerimiz oluyor onlar.Hayatlarımızı onların hayatlarına adıyor,onlar için yaşıyoruz.Kendi içimizde kalan uktelerimiz onların içinde kalmasın istiyoruz.Her şeyin en iyisini en güzelini istiyoruz onlar için.
        Yumuk yumuk ellerini öperek büyüttüğümüz,gözümüzden sakındığımız bebeklerimiz büyüyor ve bir yetişkin oluyorlar.Ama bizim gözümüzde hala küçücük onlar.
         Kimimiz askere yolluyoruz,düğünle dernekle,buruk bir sevinçle ama büyük bir gururla.Kimimiz başka şehirlerdeki okullara,kimimizde gurbet ellere;nasip mi kısmet mi bilinmez,gurbetteymiş aşı rızkı diye.Tevekkülle.
        Ana-baba yüreği ,aklı hep evladında .Duasında hep onlar.Allah herkesin gurbetlerini kavuştursun diyorum.Bizim gurbetimizden bahsetmek istiyorum.
11 yılı aşan bir hasretin son anı öyle etkiledi ki beni.Paylaşmak istedim.Biliyorum ki sevinçler paylaştıkça artar,acılar paylaştıkça azalır.Paylaştıkça artan tek şey sevinçlerdir herhalde.
          Paylaşmak istedim çünkü analar ,babalar,kardeşler bu kadar hasret kalmasın istiyorum.Ömür su gibi akıp gidiyor.Daha dün çocuktuk bizde ,şimdi hayretle kendi çocuklarımızın nasıl büyüdüğünü izliyoruz.''ne çabuk geçti  yıllar''diye.
       
  11 yılı geçti benim kardeşim gurbete gideli.Askerlik dönüşü o günün şartlarında beklentilerini karşılayacak bir iş bulamadı malesef Türkiye'de.(hoş bu gün de pek bir şey değişmiş sayılmaz da)

Şans mı nasip mi bilinmez ABD 'ye gitti 21 yaşında.
          Ana yüreği bilir dedik ya o zaman ben yeni anne olmuştum.Annemin hislerini yeterince anladığımı sanmıyorum .Ne yer ne içer rahat mı bir başına gurbet ellerde.?Öyle ki onun sevdiği yemekleri yaptığımız zaman boğazımıza düğümlenirdi.Erkekler duygularını kadınlar kadar ifade edemezler,örneğin özlem içlerini yaksa da ağlayamazlar,dertleşemezler arkadaşlarıyla kolay kolay.Çünkü babadır onlar,güçlü olmak zorundadırlar.Gurbet yakında olsa uzak da olsa gurbettir ama aradaki mesafe arttıkça ,onun kilometrelerce uzakta,okyanuslar ardında olduğunu bilmek ve istediği zaman ona ulaşamayacağını bilmek daha çok acı verir,çaresiz hisseder insan.
         Yıllar böyle hasretle özlemle geçti.Nasip deriz ya hep ,kardeşim bir kızı sevdi ne mutlu ki o da kendi kültürümüzden kendi toplumumuzdandı.Evde bir sevinç bir mutluluk.Düğün hayalleri...Her anne babanın hayalidir,mürvetidir çocuklarına güzel bir düğün yapmak.Yuvasını kurmak.Hazırlıklar büyük bir sevinçle başladı orda ve burda.Söz kesildi nişan yapıldı.Sıra vize almaya geldi.Düğün ABD 'de olacaktı.Büyük bir umutla gittiler konsolosluğa ve sonuç tam bir hayal kırıklığı oldu.ABD konsolosluğu vize vermedi anneme ve babama.Kendi çocuklarının düğününde olamayacaklardı.Belki de bebekliğinden beri hayalini kurdukları düğünde olmayacaklardı...Şoku uzun bir süre atlatamadılar.Neyseki iki halam oradaydılar.Eş dost hısım akraba sağolsunlar çok güzel bir düğün yaptılar kardeşime.Kardeşimin düğününü kasetten izlemek öyle zor geldi ki.Annem babam ve ben kasetleri ağlamaktan izleyemedik günlerce.
           Evliliği içimizi öyle rahatlattı ki ;artık sıcak sevgi dolu bir evi vardı ve ona sevgiyle kapıyı açan bir eşi.Boş bir eve gelmeyecekti.Ona sevdiği yemekleri içine sevgisini katarak pişirecek bir eşi vardı.Artık Kaşıkbörek(kardeşimin en sevdiği yemek) yerken boğazımıza düğümlenmiyor)
           Ve 11 yılın sonunda beklediğimiz an gelmişti.Ramazan bayramından 2 gün önce geldi kardeşim.Son gece hiç uyumadık nerdeyse annem babam ve ben.Zaman durmuştu sanki saatler işlemiyordu.Sabah 10.30 da aradı -İstanbul'a geldim diye.Artık vatan toprağındaydı.Ankara'ya gelecekti uçakla kuzenim ve eşim havaalanına almaya gittiler arabayla.Bizde o uzun gün boyunca onun en sevdiği yemekleri yaptık.O gün o kadar uzundu ki bir düğün yemeği bile yapabilirdim)
           Derken telefon geldi Kaymaz'dan girdik diye.Fatoş halam -Haydi atlayın arabaya karşılamaya gidelim dedi.Araba kardeşime yaklaştıkça kalp atışlarım hızlandı,gözyaşlarım yuvarlandı gitti yanaklarımdan aşağı ,özlem bitecekti, ona sıkı sıkı sarılacaktım kalbimin içine koyarcasına.
           Yolda öylesine hızlı gidiyorduk ki onlarda bizde, gurbete inat bir an önce bitsin diye hızla geçtik biz onları onlar bizi ,sonra geri döndük .Araba daha durmadan fırladık arabadan o da bende .Karşımdaydı bir an dondum sonra ağlamalar sarılmalar öptüm doyasıya o benim bir tanecik kardeşimdi hiç ayrılamam dediğim.Canımın yarısıydı.Ben kardeşimin yanına bindim.Artık karşımdaydı inanamıyordum.Yüzünde olgunlaştığının izleri çizgiler vardı.Kimbilir neler yaşamıştı 11 yıl boyunca iyi kötü.
           Gelin arabası gibi hızla girdik avluya annem babam halam koştular.Annemle birbirlerine koştular,annem öyle bir haykırdı ki -OĞLUMMMMM diye yürekler dayanmaz.kardeşim de -ANNEMMMM diye.Sarıldılar öptüler birbirlerini ağlayarak.Bu ne kadar sürdü bilmiyorum babam bir yandan gözyaşlarını siliyor bir yandan da -Yeter artık yaww diyordu.
           Özlem bitmişti.Ağlamamalıydık artık sevinç günümüzdü bu gün.Kardeşim evi,bahçeyi her yeri herkesi inceliyordu dile kolay 11 yıl herşey çok değişmiş olmalıydı onun için.Herşeyi herkesi çok özlemişti ve o sesi; Birden bire ayağa kalktı:-Duyuyormusunuz ?dedi.-Neyi dedik ?-Ezan sesini dedi.Ve Ezan bitinceye kadar ayakta dikildi ve Allaha şükretti.Camii hemen evimizin arkasındaydı ve biz günde 5 vakit duyduğumuz için bilmiyorduk kıymetini....
          Bazı şeylerin değerini malesef kaybettikten sonra anlıyoruz.Ezan,Vatan,Bayrak,Özgürlük...
          Allah bizi vatansız bayraksız ve ezansız bırakmasın.Tüm gurbetlerimize sağlıkla kavuşmak dileğiyle...
                        CEVHER ATEŞ

ANA SAYFA....... ......a dön
ANILAR, ANILAR ......a dön

 


 
################ *Cakir Ahmet kisi (Bunun alt sayfası: "111111111111") ################


ÇAKIR AHMET KIŞI
      
Köyümüz de yıllardır Mart ayının 20 si ile nisan ayının başları arasında, tam millet bahara hazırlanırken şiddetli bir kış yapardı. Samanlıklarda samanın kilerlerde azıkların bittiği bu dönemde bastıran kar ve tipi insanlarımızı çok zor durumlara sokardı.
      Peki, bu kışın giderken geride bıraktığı bu günlere Çakır Ahmet kışı denmesinin sebebi neydi. Kulaktan dolma bazı duyumlarım vardı ama olayları tam netleştiremiyordum. Kurallarım gereği en azından ana teması tam netleşmemiş bir olayı veya bir anıyı yazamadığımdan dolayı bu köyümüz tarihinin en önemli olayını yazıya dökemiyordum.
      Ta ki bu alayı yaşamış her karesine bire bir şahit olmuş olan, Şewoş Okan Kurt’tan dinleyesiye kadar.
  1954 yılının Mart ayının sonlarından bir gündü, o gün çobanın davardan getirdiği yeni doğmuş kuzuları merkebin sırtında ki heybeden teker teker çıkarıyor kuzuluğa taşıyordum. Bu gün dört tane getirmişti, yılın bu zamanlarında hemen hemen her gün dağda kuzulayan koyunların kuzularını çobanlar eve getirir biz çocuklarda onları kuzuluğa taşırdık. Son kuzu kucağımda kuzuluğun kapısına gelmiştim ki sokaktaki çocukların:
      —tuğuj… tuğuj… Diye bağırdıklarını duydum.
      Hemen elimdeki kuzuyu kuzuluğa bırakıp sokağa fırladım. Köy ortasına geldiğimde yanlarında bir at olan iki adamın, içi doldurularak kocaman bir sırığa geçirilmiş bir kurt postunu gezdirdiklerini gördüm. Tüm köyün çocuğu da arkalarındaydı. Bende aralarına katıldım.

      Adamlar kapı kapı dolaşıyorlar postu gösteriyorlardı. Ev sahipleri de kendilerine arpa, buğday, bulgur gibi şeyler veriyorlardı, adamlar kendilerine verilen şeyleri yanlarında gezdirdikleri atın sırtındaki heybelere boşaltarak kabı geri veriyorlardı. Bazıları da kurt postunu adamların elinden alıyor avluların da bağlı olan köpeklere doğru uzatıyorlardı. Köpeklerin bazıları posta saldırıyor, bazıları da kaçacak delik arıyorlardı. Buda köpek sahiplerine sürülerini, teslim ettikleri köpeklerinin güvenirliliği konusunda bilgi veriyordu. Sonradan Kayı Köyü’nden Çakır Ahmet ve Çanakçım Hasan olduklarını öğrendiğimiz adamlar bütün köyü gezdikten sonra, atlarını terkilerine alarak Kilise ve Peçene köylerine gitmek üzere boğaz yoluna girerek gözden kayboldular.
      O gün biz çocuklar bütün gün kimin köpeğinin cesur, kimin köpeğinin korkak olduğunu konuştuk.
      Ertesi gün öğlene doğru birden bire gökyüzünü kara bulutlar kapladı, hemen ardından da tipi ile karışık bir kar yağışı başladı ki iki saat içinde karın kalınlığı 30–40 cm yi buldu. Rüzgârın savurduğu karlar kuytu yerlerde yığılarak metrelerce yükseldi. Akşama doğru ise kar yağışı kesilerek yerini kuru bir ayaza bıraktı.
      Ertesi sabah köyde boğaz çeşmesinin yanında donmuş iki adam cesedinin bulunduğu haberi yayıldı. Bu haberin ardından da bütün köylü olay yerine yığıldı muhtar Hamit Tırpan korucunun yanına iki silahlı adam daha katarak cesetlerin etrafında tedbir almış, bir taraftan da olayı yetkililere bildirmek için en iyi biniciyi nahiye ye göndermişti. Kısa bir süre sonra ölenlerin bir gün önce köyde ölü kurt gezdirerek parsa toplayan Çakır Ahmet’le Çetinkuşlar dan Hasan olduğu anlaşıldı. Yahya oğlu Ramazanla Kanşavlardan Kasım’ın izlerin üzerinde geriye dönük yaptığı araştırmalarda, avcıların Göktepe’nin yamacında tipiye yakalandıkları oradan köye kadar atın kuyruğunu tutarak çeşmeye kadar geldikleri, köy görününce de rahatlayarak biraz dinlenmek için oturduklarında da dondukları kanaatine varılmıştı.
      Ertesi gün nahiyeye gidenler geri geldi, savcı ve yanındakiler ancak Holoz Köyüne kadar gelebilmişlerdi. Kardan bu tarafa gelemedikleri için cenazeleri oraya istiyorlardı.
      Hemen kızaklar koşuldu iki köyden refakatçiler eşliğinde savcının ayağına götürüldü. Yapılan inceleme sonunda da adamların donarak öldükleri onaylandı. Buna rağmen bu olay yıllarca iki köy arasında husumet sebebi oldu. Cenazelerde köye götürülmeyerek Holoz Köyü’ne defnedildiler.
       O yıldan sonra baharın başında tekrarlanan kış günlerine Çakır AHMET kışı dendi. Bu gün hala sebebi ve kaynağı biliniyor mu bilinmez ama hala bu deyim kullanılır.
Anlatan= Okan KURT


ANA SAYFA....... ......a dön
ANILAR, ANILAR ......a dön

 
 

 


################ *Yasli cinarlarimiz (Bunun alt sayfası: "111111111111") ################

         
      
 
      

       YAŞLI ÇINARLARIMIZ BİR BİR DEVRİLİYOR

       Henüz yedi yaşındaydım.Ormanın kenarındaki evimizde babam hastalanmış ateşler içerinde kıvranıyor, bir taraftan da “ah keşke şöyle soğuk bir kar olsa da yesem” diye sayıklıyordu.Yaşlı ninem oğlunun başında oturmuş ona sıcak tarhana çorbası içirmek için ısrar ediyor,bir taraftan da dualar ediyordu.Elektrik olmadığı için soğuk bir şey bulmak neredeyse imkansızdı. Hava kararmış oluğundan titrek gaz lambasının ışığında ninemin silüeti yaşlı bir hayaleti andırırcasına odanın içinde koşturup duruyor,oğlunun
acısını dindirmek için her çareyi
deniyor,fakat o ısrarla “keşke bir parça kar olsa da yesem”diye
inleyerek sayıklayıp duruyordu.Haziran sonları olmasına rağmen köyde kar vardı,ama önümüzdeki dağların zirvesinde.Ağabeylerim  yatılı okulda olduğu için karı getirmek imkansız gibiydi.

     Babamın bu isteğine dayanamazdım.Kararımı verdim gecenin bu saati de olsa gidip ona çok istediği o karı alıp gelecektim.Sessizce evden çıktım.Çıkarken şu anda da evimin duvarında takılı bulunan babamın Adiğe kamasını alıp belime taktım,bakır bir tabağı elime diğer elime de düğünlerde kullanığımız mantar tabancasını alıp haznesine bir mantar taktım. Gizlice evden ayrılıp ormana doğru yola koyuldum.İçimden bir çok hayal ve korku geçiyor,gördüğüm bir kütük bir çalı parçası, hep adını duyduğum canavarlara benziyor ve beni korkutuyordu.Ama bazen bağırarak bazen de sessizce yanlarından geçerek onlardan kurtuluyordum.Sonuçta karların olduğu yere ulaştım,elimdeki bakır tabağın içini iyice karla doldurdum.Sonra içime doğan büyük bir cesaret ve özgüvenle hızla eve döndüm.
    Babamın hasta oluğunu duyan  komşular da eve gelmiş ve ev kalabalıklaşmış,o ortamda da benim yokluğum hiç fark edilmemişti bile.Ninem benim elimde karla dolu tabağı görünce çok şaşırdı,bunu babama vermesini söyleyince de çok sevindi,ama bir taraftan da  yalnız oralara gittiğim için bana kızdı.Babam da benim öyle sessizce gidip kar getirmeme hem şaşırmış hem de memnun olmuştu.Bu hareketimin oradakilerin de takdirini kazanması beni çok mutlu etmişti,nitekim bu olay babamın yeri geldikçe anlatıp beni onore edeceği ilk olay olarak hatırımda kalacaktı.
           Aradan yıllar geçti çok acılar çekildi.Önce amcamı kaybettik,o zaman da çok küçüktüm,babamın evde olmayıp,annemin gelen bir haber üzerine saatlerce ağlamasından zannettim ki babam ölmüş,ben de saatlerce ağladım.Onun cenazesine beklerken öğrendim ki ölen amcamdı.Bir tarafım kopmuş gibiydi.Amcam, baba yarısı idi.
          Köydeki hayat ne güzeldi.Babam sıkça evden uzak kalıyor köyün diğer erkekleri gibi, ağaç kömür vb.işlerle(!) uğraşıyordu.Onların dönüşü ve yaşadıkları olaylar bazen hüzünlü bazen neşeliydi. Ama genelde dinleyen bizlerde hayranlık duyguları uyandırarak, uzun kış gecelerinin ana sohbet konularını oluşturuyordu.Birde genelde dönüşleri gece geç vakte geldirdi.Sabah uyandığımızda atların sesi geliyorsa bakacağımız ilk yer arabada duran heybe olurdu.Heybede mutlaka  bize göre bir şeyler olurdu.Bazan bir oyuncak,bazen de elma,portakal gibi yiyecekler.Khabzeye çok uymasa da babam gece geldiği zamanlar uyurken çocuklarını kollarına alırdı.Bazan sert kollardan oluşan yastıklar rahatsız etse de ne güzel uykulardı…
      O babasını hiç hatırlamazdı,henüz üç yaşındayken dedem vefat etmişti.Onu büyüten ve aile tarihimizde en önemli yeri tutan babamın halası Misas’dı.Son anına kadar ondan diğer amcalarım halalarım ve yengelerim gibi babam da sıkça  bahsetti.Onun her duruma uygun   Adiğece bir atasözü ve mantıklı bir yaklaşımı vardı.
     Köydeki güzel günler on yaşıma kadar devem etti.Sonra kente göç ve hayat mücadelesinin tam ortasına atıldık.Birçok köylümüz de bizim gibi kente göç etmiş ve yeni düzene uymaya çalışıyor ve o asla önem vermedikleri para için, onurlarını ve Adiğeliklerini koruyarak mücadele ediyorlardı.Babam da bu dönemde epey zorluk çekti.Maddi epey kaybı oldu,kazandı da ama hayat ve mücadele çok zordu.Buna rağmen hep dimdik ayakta , morali ve umudu yüksekti.Çocuklarını okutmuş iş güç sahibi etmiş,ev sahibi olmuş, torunlarını görmüştü,mutluydu.Çevresinde sevip sayılan biriydi.Onun ses tonu bile insana müthiş bir güven verirdi.Ama geçen yıllarda kader annesini, iki kız iki erkek kardeşini ve eşini bu dünyadan almıştı,yıllar  ve günler hızla ilerliyordu.
2003    Yılında, 1976 yılında köyde terk ettiğimiz evimizi biraz tamir ettirmiş doğduğumuz büyüdüğümüz evi, yeniden şenlendirmeye başlamıştık.Bahçemize de biraz fidan ekmiştik.Babam yazları köyde kalıyor fidanlarla ilgileniyordu.Biz de bunu fırsat bilerek sıkça köye geliyor o çocukluğumuzdaki nostaljiyi yaşıyorduk.Köy demek bizler için her şey demekti.Bahar kokusu,erik toplamalar,av,sonbaharda koru kesimini yeniden yaşamak, kış günlerinde bile toplanıp arkadaşlarımızla soba başında yaptığımız sohbetler ne güzel.
     2006 yılında ise ben hastaydım hem de ağır hasta.Hatalığın bazı güzel tarafları da olmuştu.Yıllardır doya doya kalmaya hasret kaldığım köyümde uzunca süre kalma fırsatı bunlardan biriydi.Doktor daha ağır bir kemoterapiye başlayacağı için bir süre tedaviye ara vermişti.Köyümün havası bana iyi geliyor,dernekleşme,yeni evlerin yapılacağı eski güzel günlere dönebileceğimiz düşüncesi beni tedavi ediyordu.Babam artık yanımda hem sohbet arkadaşım,hem bakıcım hem de aşçım olmuştu.Günler güzel geçiyordu.Köylülerimizle yaptığımız akşam sohbetlerine doyum olmuyordu.Bir taraftan camide de tamirat yaptırıyorduk.Muhtar Nevzat ile sıkça görüşüyor,dertleşiyorduk.Caminin yanına gasilhane ve musalla taşı yapılıyordu.Acaba burada ilk kim yatacak ,yıkanacaktı.Üç hasta vardık.Ben,Pisnethuç İzzet Amca ve Şevoj Şaban Amca.
Kader bu son derece değerli, her biri ayrı tarih olan  iki amcamızı aramızdan aldı, ikİ koca çınarımız devrildi.Bu çınarların devrilmesi çok acı oldu ama Azrail tepemizdeydi.Sırada Hune Recep Amca varmış,onu da kaybettik.
2009 yılı ise bizim ailemiz açısından çok daha sarsıcı başlamıştı.Mart ayında çok değerli aile büyüğümüz Şeveşupkhu  Mükerrem  yengemizi kaybettik.O Misas Halanın yaşayan haliydi.Örf ve adetleri uygulamakta kararlığı yanında insan sevgisi,Ağlarca sevgisi ile mükemmel bir insandı.Derken Şhagumde Mahmut Amcayı kaybetmek beklenmeyen anda bizleri özellikle de babamı çok sarsmıştı.O Eskişehirdeki Adiğelerin çok saydığı özü sözü bir bir Adiğe thametesiydi. Babam bütün bu kayıplardan çok etkileniyordu.Çok da üzülüyordu.Bu durumlara katlanmak için kendini çalışmaya ve ibadete vermişti.Çok çalışıyordu.Ben ve kardeşim fırsat buldukça hemen köye koşuyor sıkça onla vakit geçiriyorduk.Onula vakit geçirmek beraber bir şeyler yapmak,çalışmak,yemek yemek çok zevkliydi.Bizimle gelmesi için ısrarlarımıza rağmen  o yalnız kalmayı tercih ediyordu.Onun mutlu, sağlı hali de şimdilik böyle devam etmesine razı olmamıza neden oluyordu.Derken o kader babamı da 6 Kasım günü yakaladı.Büyüklerinin yanına “öldüğümüzde arayı fazla açmayalım,beraber ölelim”diye şakalaştığı komşusu Mahmut Amcanın yanına gitti.Onla beraber sanki aile ve köyümüzün tarihinde bir devir kapandı.Hem de çok özleyceğimiz bir devir.O devir ki içinde hem Kafkasya vardı hem de Anadolu,hem Ağlarca hem Eskişehir,hem varlık hem yosulluk,insanlık vardı,adamlık vardı.Adam gibi yaşayıp adam gibi ölmek vardı.Ben hem babamı hem de hepsini çok özleyeceğim, eminim sizlerde.
 
    Bu yazıyı neden yazdım.İroni yapmak yada kimseyi üzmek için değil.Cevher kardeşim bir yazı yazmıştı,ondan esinlendim.Yazılacak o kadar çok şey var ki…Büyüklerimizi yalnız bırakmayalım,onlarla çokça vakit geçirelim,ne zaman ne olacağı hiç belli olmuyor.Onların aslında bize pek de ihtiyaçları yok ,asıl bizim onlara çok, hem de çok ihtiyacımız var.Allah rahmet eylesin mekanları cennet olsun.
              01 Aralık 2009  ŞEWO’Ş Şuayip


ANA SAYFA....... ......a dön
ANILAR, ANILAR ......a dön

 

  
 
 
  BİR BABALAR GÜNÜNDE HATIRLADIKLARIM
    Çocukluktan çıkmaya başladığım o dönemlerde bir gün babam bana dedi ki;
     -Artık büyüdün, ve bazı sorumlulukları alabilirsin.
ve bana bir miktar para vererek elektirik faturasını ödememi söyledi.
Büyük bir keyifle 32 numaralı otobüse bindim Elektirik kurumunun veznesine gittim. Büyük insanları taklit ederek, oflaya puflaya sırada beklemeye başladım. veznedarın önüne geldiğimde, İstanbul'u fethetmiş bir tavırla parayı ve faturayı veznedara uzatarak,
-elektirik faturamı yatıracaktım dedim.
      Büyük bir iş yaptığımı düşündüğüm için okadar keyifliydim ki paranın üstünü saymak aklıma bile gelmedi.
      Dönüş yolunda otobüs bileti alacağım sırada elimi cebime attım, oda ne cebimde olması gerekenden çok daha fazla para var.
           O an anladım gişedeki memur bana yanlışlıkla fazla para üstü vermişti. Tam geri döndüğüm sırada kendi kendime çocuk aklımla dedim ki, amaan o kadar para topluyor veznedar bana biraz fazla vermiş çok mu:) O fazla parayla kendime ,Babamınkine benzeyen yeni bir kol saati ve biraz abur cubur alıdıktan sonra biraz dolaşıp eve gittim.
       Eve gittiğimde babam bana faturayı yatırıp yatırmadığımı sordu.
Bende yatırdığımı söyledim.(O an babamın gözlerinde anlamını şimdi çözdüğüm hüzünlü bir bakış gördüm.)evet babam para üstünü aldığımı ve harcadığımı biliyordu, çünkü veznear hesabı kontrol ederken durumu anlamış ve faturadan numaramızı tespit edip eve telefon açmıştı.Babam bunu benim itiraf etmemi bekledi önce,( o bakışlarda benden bunu rica ediyor hatta bunu kendim yapmam için yalvarıyordu.)
Sonra babam beni karşısına aldı ve belkide bir öğretmen olmanın avantajıyla, her şeyi bana o kadar güzel anlattı ki aradan geçen 20 küsür yıla rağmen anlattığı her şey hala kelime kelime aklımda.

      Bak oğlum öncelikle aldığın o para senin değil, belkide aldığın o para veznedar amcanın maaşından kesilecek. Belkide o amcanın da senin gibi bir oğlu vardır belkide sen o parayı geri götürmediğin için o amca oğluna eskiyen ayakkabılarının yerine yenisini alamayacak.

       VE EN ÖNEMLİSİ NEDİR BİLİYOR MUSUN OĞLUM.
BEN VE ANNEN SENİ VE ABLANI ÇOK SEVİYORUZ, SİZİ BELKİ EN LÜKS OKULLARDA OKUTAMADIK, BELKİ FABRİKALARIMIZ LÜKS ARABALARIMIZ YOK EVET BİZ

ZENGİN DE DEĞİLİZ. AMA SİZİN KURSAĞINIZ DAN BİR LOKMA HARAM GEÇİRMEDİK. BENİM SANA BIRAKABİLECEĞİM EN BÜYÜK MİRAS EN BÜYÜK ZENGİNLİK BUDUR.

    O günden sonra ne zengin çocukların oyuncaklarına özendim, nede şimdi ferrarisiyle gezenlere özeniyorum, çünkü benim babamdan ve ailemden aldığım çok daha büyük bir servetim var...

       Sevgili babacığım bana içini doldurarak öğrettiğin
Onur,Gurur,Asalet ve dürüstlüğün için sana bir ömür boyu her gün teşekkür etsem genede hakkını ödeyemem...

        Şimdi söyleyebileceğim tekşey

         BABALAR GÜNÜN KUTLU OLSUN...

       ( Bu arada babam veznedar amcanın parasını aynı gün geri ödedi, ben utancımdan saati kimseye söylemeden evimizin karşısındaki tepenin ücra bir yerine gömdüm. Abur cuburlara gelince bilerek kursağımdan geçirdiğim tek haram lokmalar olarak ömür boyu aklımda kalacaklar)

ANA SAYFA....... ......a dön
ANILAR, ANILAR ......a dön


 


 
#

    BABAANNEMİN KARA KIZI 21 YAŞINDA...

     Hayatımın ilk yazısını babaanneme yazmıştım… bugün en büyük teşekkürü de ona borçluyum…

    Benim babaannem demek yetmiyor ona; dostum, annem, kardeşim, sevdiğim, sarılmaya doyamadığım, kelimelere sığdıramadığım her şeyimdi hep de öyle kalacak

      Rabbim onu yanına almadan son olarak beraber olduğumuz doğum günümde söyledikleri 11 yaşındaki bir kızın hafızasına kazınmıştı… saniye saniye hatırladığım anılarımdır babaannem benim…

     Eskişehir de mütevazi bir evde kocaman bir sevgiydi benim ona sevgimi yaşadığım yer… bana sarılmasıyla, kalbinin atışlarını kalbimde hissettiğim yerdi… doğum günümde onla yatmıştım gene sarılıp sıcacık koynunda uyumuştum… benim babaannem bana hiç masal anlatmadı hep yaşadığı gerçekleri, aşkını, sevdasını, acılarını anlatır hep tavsiyeler verirdi

     O gece de  bana kendi yaptığı oyalı örtüyü, gözlerim uykuya teslim olmadan verdi ve başımı kalbinin üstüne koydu ve başladı ömrüm boyunca unutmayacağım sözleri kulağımdan ruhuma anlatmaya…

    “kara kızım bak gördün mü 11 yaşına geldin kocaman abla oldun daha da büyüyeceksin çok güzel bir kız olacaksın ama daha da önemlisi içinin güzelliği gözlerinin şu sevgi dolu bakışıyla herkese kendini sevdireceksin,kimseye boyun eğmeyeceksin, kimse için hayallerinden vazgeçmeyeceksin, kimseye muhtaç olmayacaksın, çok okuyacaksın insanlar sana babaannesinin torunu diyecekler…”

       Ve daha neler neler anlattı bana neler neler… her dediği çıktı mı bilemem ama şu günümde sevdiğim en büyük şey, babaanneme benzeyen huylarım, sevdiklerimin beni ona benzetmesi, her davranışımda onu hatırlamak…

     Bu konuşmadan altı ay sonra Rabbim onu benden aldı…çok genç kaybettim hem de “ben buramla yaşıyorum” diyerek gösterdiği kalbi onu benden almaya sebep oldu… ben bugün böyleysem hayatımda öyle bir bilge kadının nasihatlarıylarıyladır...

    Ondan öğrendim sevdiklerimden beni ölümün bile ayıramayacağını Allah,sevenlerin arasına küçük hasretler koyarmış…Beni bedenen bırakmadan önce sıkı sıkı sarılmıştı “ ağlamak yok en çok gülünce güzelsin ben şimdi gidiyorum biraz uzun ayırabiliriz, kimselere değil seni önce kendine sonra Rabbime emanet ediyorum” diye fısıldadı…İşte o günden beridir kimselere değil sadece Rabbime emanetim ben...

     Öğrendim sevdiklerimin beni hiçbir zaman bırakmayacağını çünkü ben babaannemi ne zaman özlesem geldi rüyama, sıkı sıkı sarıldı bütün gece benimle yattı… ve ondan sonra kimi kaybetsem kavuşuncaya kadar Rabbime emanet etmeyi babaannemden öğrendim ben…

     Şimdi bu küçük kız 21 yaşında hala babaannesinin yolunda sevdiklerine sıkı sıkı sarılıyo, gülüyo ve en önemlisi mutlu… her gülücüğüm sevdiğimdendir hayatı, bana hayatı sevdirenlerindir…yetişmem de yaşamam da sevmem de her şeyimde bugüne kadar emeği geçen ve bundan sonra da gönlünde bana yer olan herkesten Allah razı olsun…

     Ve babaannesine kara kızından en büyük teşekkür ;

 

    Hayatımın kadınına, beni duyduğunu, hissettiğini bilerek… Rabbime emanetsin babaannem, sen bana verilen en büyük en özel en anlamlı doğum günü hediyesisin…Cansu YENER    17-07-2011 

  




         KÖYÜMÜZDE ESKİ BAYRAMLAR;
       Köyümüz'de yaşadığım o eski bayramları asla unutamayacağım. O günlerdeki bayram sevincini, çoşkusunu yaşamayan, o havayı teneffüs etmeyen günümüz insanlarına, yaşayıpta özlemini duyanlara, o günleri dilimin döndüğünce anlatmaya calışacağım: 
         Bayramdan bir kaç gün önceden, köye gelen insanların yoğunluğu, arife günü son haddine varır, köyün nüfusu 5-10 mislisine çıkardı. Hatta bazı 3-5 kişilik ailelerin nüfus yoğunluğu 35-40 kişiye çıkardı.
         Böyle günlerde sefer sayılarını 3'e 4'e çıkaran Han, Kayı otobüslerinin, köy meydanına her gelişlerinde, acaba kimler inecek diye merakla bakardık. Bazılarıda durak taksileriyle gelirdi. Bunlar köy meydanından durmadan geçtiklerinden kim olduklarını anlıyamazdık. Ama taksinin girdiği avluya bakarak , kim olduklarını  tahmin etmekte zorlanmazdık. 
         Akşam olup herkes eve çekildiğinde, büyükler hazırlıkları son bir kere kontrol edip, eksikleri gidermeye çalışırken, çocuklarda bayramlıklarını ellerine alır, onları okşayarak yarının hayaline dalarlardı. Yatarkende kimisi baş ucuna koyar, kimiside kucağına alıp yatmayı tercih ederdi. Çocuklara alınan bu bayramlıklar; Erkekler için nylon veya Afyon lastiğinden ayakkabı ile bir pantolondan, kızlar içinde basma bir entari ile ayakkabıdan oluşurdu.
       Bayram sabahı 7'den 70'e tüm erkekler bayram namazına giderlerdi. O gün cami tamamen dolardı. Bu kalabalık cemeati gören hocada vaazını biraz uzatırdı. 
        Evlerde kalan çocuklar, ellerinde torbaları. üstlerinde bayramlıkları olduğu halde ikide bir evden çıkar, cami kapısına bakar, somurtkan bir suratla döner;
        -öf ya daha çıkmamışlar diye sitem ederlerdi.
        Çünki onların bayrama başlamaları için, cemaatin camiden çıkması gerekiyordu.
         Namazın bitmesiyle camiden çıkan cemaatin en büyüğü yolun kenarına dikilirdi. Büyükler yaşlarına göre sırayla gelir themateyle bayramlaşır ve yerlerini alırlardı. Onlardan sonra gelenler herkesle bayramlaştıktan sonra zincirin sonuna eklenirlerdi. Böylece herkes birbiriyle bayramlaşmış olurdu. Bu bayramlaşma asla eve gidilerek yapılacak bayramlaşmanın yerini almazdı.
        Bayramlaşma faslından sonra topluca mezara gidilir, yapılan toplu duadan sonra, herkes kendi ölülerinin mezarlarını ziyaret ederdi. Mezar ziyareti dönüşü, belirli kişiler, köyün yaşlılarını, misafirlerini sabah kahvaltısında sofralarında misafir etmek  için adeta yarış içine girerlerdi. 
         Bu gün bile, o günleri hatırladığımda;
         Evleri mezar dönüşü yolunun üstünde olan: Battal Çavuş'la "topak", Hüseyin amcanın "ASLAN", avlu kapısının önüne dikilerek, daha çok kişiyi misafir edebilmek için uğraşmalarını görür gibi olurum.
          Bayram gezmelerine önce çocuklar başlardı, kiminin yanında arkadaşları, kiminin yanında, ellerini sıkı sıkı tuttuğu kardeşleri olurdu. O günki imkanlar içerisinde onları en çok memnun eden ikram; Halkalı şeker denen delikli kaba şekerlerdi.
         Günün sonunda, bu günün çocukları nasıl paralarını sayıyorsa, halkalı ve kağıtlı şekerlerini sayarlardı.
        Çocuklardan sonra yeni yetme dediğimiz 13-14 yaş gurubu dökülürdü sokağa. Bu havalı takımın bayramda mayramda gözü olmazdı. Onların bütün derdi, gönüllerini çalan kaşenlerini görebilmekti.
         Öğlene doğru ise,evlerde ev sahipliği yapacak olanların dışında kalan herkes dışarıda olurdu. Bazen ziyaret edilen evlerde bir kaç gurup birbirine raslardı. Bu durumlarda kızlar delikanlılara;
         -Bizi mi takip ediyorsunuz? diye takılırlardı.
  Delikanlılarda her ne kadar:
        -Sizi niye takip edecekmişiz? falan deselerde, mutlaka kızların dediğinde gerçek payı olurdu.
          Ve günün gecesi;
         Bu kadar genç bir araya gelirde düğün, toplantı olmadan olurmu? Hemen yer ve zaman belirlenir, görevlendirilen kızlı erkekli bir gurup tarafından kızlar toplanır, yakılan meydan ateşlerinin loş ışığı altında eğlence başlatılırdı. Akordionun ve tahtanın uyumlu sesi yayıldığında, genç, yaşlı herkes toplanırdı.
       
  Nereden haber aldıkları bilinmez,  diğer köylerden gelen gurupların katılmasıyla eğlence sabaha kadar devam ederdi. 
         Günümüzde aile mezarlarının yerini unutanlara, yaşlı akrabalarını ziyaret etmeye üşenenlere, senede bir günde olsa çocuklarını toplayıp, baba ocağına getirip, bak yavrum burlar bizim yaşadığımız yerler diyemeyenlere, bayram tatillerinde, evlerinin kapısına kilit vurup tatil beldelerine GİDENLERE İTHAF OLUNUR.

 
 

 


 



 




       TORAMAN 
          1974 yılının ağustos ayıydı. Siirt’in Kozluk ilçesinin bir köyünde 4 yıl çalıştıktan sonra tayinim kendi köyümüze çıkmıştı. Eylülde okullar açılacaktı, doğup büyüdüğüm, sokaklarında ağaç dalından atımla koşuştuğum, hıdırlezlerde boyanmış yumurtalarımı çayırlarında yuvarladığım, göletlerinde çimdiğim, soğuğunda üşüyüp, sıcağında terlediğim, bahçelerinden erik, tarlalarından nohut çaldığım, dağlarından kiraz, fındık topladığım, büyüyüp delikanlı olduğumda, meralarında at koşturduğum, sokaklarında sevdalandığım köyümde öğretmenlik yapacaktım. Heyecanım o kadar büyüktü ki kelimelerle anlatamam. 

          Bu heyecanıma, bir sabah rahmetli başbakanımız Bülent ECEVİT’İN radyodan, “Bu sabahtan itibaren silahlı kuvvetlerimiz Kıbrıs’a çıkarma yapmaktadırlar, biz barış için gidiyoruz, biz yalnız Türklere değil adada yaşayan Rumlara da barış getirmeye gidiyoruz.” Sözleri ile bildirdiği haberin heyecanı da eklenmişti. 
        Tayin emrimi almak için o zamanlardaki adı İlk Öğretim Müdürlüğü olan, İlçe Milli Eğitim Müdürlüğüne giderken askerlik şubesinin önündeki kalabalık beni çok gururlandırmıştı.
           Emri aldıktan sonra fazla oyalanmadım. Üç gün içinde hazırlanarak toparlandım. Bir Skoda tutarak eşyalarımı yükledim köyün yolunu tuttum. Kısa sürede de okulun bitişiğindeki lojmana yerleştim.
İlk iş olarak okulu düzenledim ihtiyaçları belirleyip tedarik ettim. Allah rahmet eylesin o zaman muhtar olan. Fehmi Aydoğdu”nun desteklerini çok gördüm.
           Okulun işleri bittikten sonra, o sene kaydedilecek öğrencileri belirledim, okula gelmelerini beklemeden tek tek evlerine giderek hem tanıştım, hem de kayıtlarını yaptım.
            Nihayet okulların açılacağı 21 Eylül günü geldi. Sınıfa girdiğimde, sanki 15 yıl önce, ayakkabıların tabanları dışarı gelecek şekilde cebime sokmuş merak ve kuşkuyla aynı kapıdan adım attığım günkü gibi heyecanlıydım.
           Sınıf uzunca bir sınıftı. Beş sınıfta bir aradaydı. Soldan sağa doğru birler, ikiler, üçler, dörtler ve beşler diye sıralanmışlardı. Yoklamayı yaptıktan sonra karşılıklı diyalog gerektiren konuşmalar yapıyorduk, bu çerçevede çocuklara köyün ortak malları nelerdir diye bir soru yönelttim. Çocuklar sıra ile okul, cami, çeşme, mera, köy konağı diye saydılar. Biriside koruda var öğretmenim diye ekledi. Bütün bunlar olurken üçüncü sınıflardan bir öğrenci ısrarla parmak kaldırıyordu. Ona doğru dönerek:
         —Söyle bakalım yavrum dedim.
         Çocuk ayağa kalkarak, sanki çok önemli bir şey unutulmuşçasına, heyecanla:
         —Birde Toraman var öğretmenim dedi.     
         Bütün çocuklarda bağırarak, çağırarak onu onayladılar. Şaşırmıştım. Sordum bu Toraman nedir neyin nesidir. Çocuklar büyük bir coşku içinde lafı birbirlerinden alarak anlattılar.
         Toraman köyün sahipsiz köpeğiymiş. Avlusunda köpek olmayan herkesin kapısında sırayla kalırmış.
         Bu olayı merak ettim ve en kısa zamanda öğrendim. Toraman köyde sürüsü olan birisinin köpeğiymiş, çok ta cesurmuş. Bekçilik ettiği davardan kurda kuşa hiç hayvan aldırmamış. Bir kurtla bir domuzla yalnız başına baş edebiliyormuş. Sahipleri köyden göç ettiğinde onu da götürmüşler ama o 100 km lik yolu yürüyerek geri dönmüş. O günden beride avlusunda köpek olmayan evlerin önünde kalıyormuş. Kaldığı evi o kadar sahipleniyormuş ki, bir gün önce avlusunda kaldığı, ekmeğini yediği kişiyi yeni kaldığı evin avlusuna ev sahibi göresiye kadar koymuyormuş köyden kim olursa olsun birisi, bir yere gitmek için köyden çıktığında ona gideceği yere kadar refakat ediyormuş. 
         Okulun açıldığının üçüncü günü toramanla tanıştım. O akşam bir şeyler atıştırdıktan sonra muhtarlığa gitmek için kapıya çıktığımda 5 metre karşımda gördüm. Çok iri bir köpekti, kafası bedenine göre biraz daha iriymiş gibi duruyordu. Tam bir kangal köpeği değilse de mutlak bir karışımı vardı. Duruşu ve bakışları bana korkmamam gerektiğini hissettirdi. Geriye döndüm, yarım francala ekmeği alarak tekrar dışarıya çıktım. Ekmeği birkaç parçaya bölüp yavaşça önüne koydum. Hiç acele etmeden yavaşça yedi. Yemeğini yedikten sonra usulca yanına diz çöktüm başını, boynunu okşadım. “Demek Toraman sensin ha, iki yalnız görev adamı iyi anlaşırız umarım” dedim. Yemek ten ziyade bu vücut teması daha çok hoşuna gitmişti.
          Sonraları çok iyi dost olduk. Toplantı ve maaş günlerinde veya her hangi bir sebeple ilçeye gitmek için sabahın beşinde kalkar ya 5 km lik Kayı köyüne veya 7 km lik Han-Erten yol çatrağına yaya olarak inmem gere kirdi. Her seferinde, nerden anlar, nerden duyar bilinmez daha köyün çıkışında yanımda biterdi. Devamlı 4–5 adım arkadan takip ederdi. Yolda bir davar sesi veya bir köpek sesi duyulduğunda, adımlarının hızlandırır yanıma gelirdi. Tehlike geçince de tekrar geride kalırdı. Anlatıldığına göre ona hiçbir köpek 10 M den fazla yaklaşmamış. Bunu deneyenlerin de sonu pekiyi olmamış. Kayı’ya ise yolculuğum, ben köye girince geri dönerdi eğer yolculuk Han-Erten yol çatrağı ise, ayaklarımın dibine çöker Han arabası gelesiye kadar beklerdi.
          Evlendim dostluğumuz devam etti, çocuklar oldu dostluğumuz devam etti.   Çocuklar büyüdü onların en iyi dostu koruyucusu oldu. Çocuklar çiçek, mantar, kozalak toplamaya gittiklerinde hep yanlarında olurdu. Bu gibi zamanlarda anneleri telaşlanır çocukları yalnız başlarına salıyorsun diye söylenirdi. Ben hiç aldırmazdım biliyordum ki Toraman yanlarında. 
         1982 Yılının Kasım ayının sonlarına doğruydu, toprak yumuşamış iyi bir tav vardı. Hava da yazın giderken unuttuğu sıcaklıktaydı. Günlerden pazardı okul da yoktu. Bundan istifade Karaağaç mevkiindeki kavakların altını bellemeye karar verdim. Kırda yemeğin tadını bildiğimden bir torbada azık hazırlattım bel küreğini de alarak yola cıktım. Tabii Toraman da yanımda. Vakit ikindi olmuş hiç anlayamadan ne yemek nede sigara molası vermemiştim. Hava birden kararır gibi oldu, daha ne oluyor demeden bir kar yağışı başladı ki anlatamam. Hemen her şeyi yüz üstü bırakıp köye yöneldim. 1 km lik yolu yürüyüp köye geldiğimde karın kalınlığı 10 cm yi bulmuştu.
          Akşam yemeği yemiş çayımı içmiş televizyonun karşısına oturup sigaramı yakmıştım ki: Suna yanıma gelerek!
          —Baba Toraman bize küstü mü? Diye sordu.
          — Yok, kızım niye küssün 
          —O zaman bu gün bize niye gelmedi…
          Çocuğun bundan sonra dediklerini duymadım bile. Hemen giyindim, silahımı aldım, el fenerini de alarak dışarı fırladım. Nereye diyen seslere de sadece Toramanı almaya diyebildim. Dışarı çıktığım da karın kalınlığı 30 cm yi bulmuştu, kar yağışı da hızını kesmiş serpiştiriyordu. Hiçbir şeyi gözüm görmedi o hızla bahçeye varmışım.
            Gördüğüm manzara aynen tahmin ettiğim gibiydi. Toraman ayaklarını ekmek çıkınının üstüne uzatmış kafasını da ayaklarının üstüne koymuş yatıyordu. Beni görünce ayağa kalktı üstünde eriyenler hariç bir karış kar birikmişti. Silkelenerek karları üstünden döktü, üzerinde görevini hakkıyla yapanların görüntüsü vardı. Yanına oturdum açlıktan sündüğü halde el sürmediği azığı torbasından çıkardım yiyecekleri önüne koydum büyük bir iştahla yedi. Ben de bir sigara yaktım bir taraftan da dostluk, vefa böyle bir şey mi acaba diye düşündüm. 
          Hiçbir güzelliğin, hiç iyi bir şeyin baki olmadığını ispatlayan olay bir gün gerçekleşti. Güzel bir yaz günüydü bir iş için Çifteler’e inmem gerekiyordu. Sabah yola çıktığımda Kayı arabasının gitmiş olabileceğini düşünerek Han-Erten yol çatrağına inmeye karar verdim. Oradan arabayı kaçırsam bile başka bir vesait dekkelebilirdi. Yola çıktım tabii ki Toramanla. Çatrağa geldik bir hayli zaman geçti, güneş yükseldi ama gelen giden olmadı. Sonunda Kulapaya kadar yürüyüp şansımı taş arabalarında denemek istedim. Beraberce yola çıktık Kulapaya geldiğimizde öğlen yaklaşmıştı. İyice de acıkmıştık. Yolun kenarında ki bakkaldan 1kg kurabiye aldım, çoğunu toramanın önüne döktüm, karşılıklı kahvaltının tadını çıkaralım diyordum ama baktım Toraman yiyemiyor. İyice ihtiyarladığından beri sert şeyleri yiyemiyordu. Hemen yanı başımızda ki çeşmeden musluğunda asılı olan tasla bir tas su getirip Kurabiyelerin üstüne döktüm. Anca ondan sonra kahvaltımızı zevkle yapabildik. Biraz sonrada bir taş arabası geldi. İçeride yer olmadığından arkaya taşların üstüne çıktım. Toramansa ayaklarını açmış başını kaldırmış öylece bakıyordu. Araba uzaklaştıkça ufaldı ufaldı sonunda gözden kayboldu. 
           İki gün sonra köye döndüğümde duydum ki Toraman ölmüştü. Ölüsünü ilk ev sahibinin harabe haline gelmiş yıkıntılar arasında bulmuşlardı. Köylüler de ona vefa borcunu unutmamışlar ölüsünü gömmüşlerdi.
             O gündür dostluk dendi mi Toramanı hatırlarım. Bir gün topallayarak yanıma gelmiş ön ayağını uzatmıştı, tırnakları arasında ki kıymığı çıkarıp yere bastığın da bana öyle bir bakışı vardı ki: minnet dendiğinde de o bakışı hatırlarım.
 Orhan ocak ESKİŞEHİR 20 Kasım 2007  


   
    
            SELİM'İN HİKAYESİ
           Cıvıl cıvıl, güzel bir sonbahar sabahıydı. 
         Ahmet Bey’in konağında bahçeye, bahçe dışına, hatta tüm köye yayılan yoğun bir koşuşturma vardı. Özenle süslendiği belli olan gelin arabası, çok sayıda oluşan konvoyda kılavuz araçtan sonraki yerini almıştı. Gelin alıcı gideceklerin tümü yaşlarına, mevkilerine uygun biçimde araçlara bindirilmişlerdi. Konukların çoğunda iki gündür devam eden nisaşenin [düğün] mahmurluğu vardı. En sonda yer alan iki otobüste ise durum bambaşkaydı. Buradaki gençler pşine ve phaceg eşliğinde voredlere başlamışlardı bile. Sanki iki gündür çalan, oynayan, konuklara hizmet eden onlar değildi.
        Ahmet Bey, düğünün sorumlusu, thematesi olan Yahya 
        Bey’le şunları konuşuyordu.
        —Misafirlerimizin hepsine yemek yedirildi mi?
        —Tümüyle bizzat ilgilendim merak etme.
       —Gelin alıcı gidecek araç sayısı yeterli mi? Dönüşte oradan gelecekleri de düşündünüz mü? Ayıplı olmayalım sonra.
        —İçin rahat olsun Ahmet Bey, yeterince arabamız var. Allah’ın izniyle her şey yolunda gidecek, merak etme sen. 
        Ahmet Bey, Yahya Bey’in koluna girerek O’nu kalabalıktan biraz uzaklaştırdı ve şöyle dedi
        —Yahya Bey, Mafehable’nin(Uğurlu Köy] insanlarını sende en az benim kadar tanırsın, seversin. Hepsi xabzelere(adetlere) çok değer verir, hepsi xabzelere çok bağlıdır. Aman gözünü seveyim, can kaybedin ama onur kaybetmeyin, hata yapmayın, bizleri bir ayıbın altına sokarak boynu bükük bırakmayın.
        Bu sözleri söyleyen Ahmet Bey, Yahya Beyin cevap vermesini beklemeden hızlı adımlarla konağa yöneldi.
        Yahya Bey konvoyu oluşturan tüm arabaları tekrar kontrol edip, araçları kullanacak olanları konvoyu bozmamaları ve hız yapmamaları konusunda uyardıktan sonra bineceği arabaya doğru yürüdü. Az sonrada konvoy hareket etti. Yaklaşık iki saat süren bir yolculuktan sonra, Mafehable köyüne varıldı. Köyün girişinde bütün arabalar durdu. Gelin alıcı gelenlerin hepsi arabalardan indi. Thamateler önde, hanımlar ortada, gençler ise en arkada olmak üzere kendiliğinden bir sıralama oluştu ve grup köye doğru yöneldi.
       Mafehable sakinleri de konuklarını karşılamak üzere köyün giriş kapısına kadar gelmişler, onları bekliyorlardı. Onların da tehamateler den gençlere doğru, büyük bir düzen içinde dizildikleri hemen göze çarpıyordu.
        İki grup bir araya gelince herkes sıra ile tokalaşmaya, hal hatır sormaya başladı. Birbirini tanıyan ve aralarında samimiyet olanların tatlı şakalaşmaları da göze çarpıyordu. 
        Yahya Bey bir ara arkaya göz atmak için geri döndü ve birdenbire buz gibi oldu. Dünya başına yıkılıyor sandı. Damadın amcasının oğlu olan Jankat, ceketi omuzlarında, yaka paça açık, alkollü olduğunu belli eden bir yürüyüşle grubun dışına çıkmış, ev sahibi thamatelere doğru ilerliyordu. Yahya Bey, Jankat’a engel olmak için hemen ileri atıldı ama geç kalmıştı.
Jankat tam thamatelerin yanına gelmiş, elini uzatmaya hazırlanırken, başka bir el uzanarak O’nu geri çekti. Bu elin sahibini Yahya Bey hemen tanımıştı. Bu25–26 yaşlarında, kumral, ince ama sağlam yapılı Doğan adındaki gençti. Çevredeki herkes tarafından sevilir sayılırdı. Bileğide yüreği de sağlam bir Çerkez delikanlısıydı. Xabzelere bağlılığını bilmeyen yoktu.
        Yahya Bey içinde bir şeylerin koptuğunu, bir felaketin çok yakınlarda olduğunu hissetti. Ortaya çıkmak, bir şeyler yapmak istedi ama kıpırdayamadı.
         Doğan Jankat’ı geriye itti. Nereden çıktıkları anlaşılmayan iki genç de O’nu kollarından tuttular. Gençlerden biri ustaca bir hareketle uzandı ve Jankat’ın belindeki silahı çıkarıp aldı. Bu hareket o kadar seri olmuştu ki kimse fark etmedi.
        Doğan çekeninin önünü ilikleyerek ilerledi, saygılı ama ne yaptığını bilen bir ses tonuyla şunları söyledi:
        —Değerli thamatelerim, affınıza sığınarak konuşmak için izin istiyorum.
         Thamatelerin izin verilmiştir anlamındaki işaretlerini aldıktan sonra tok bir sesle devam etti.
         —Şu anda sizlere, bizlere ve xabzelerimize karşı büyük saygısızlık yapılmıştır. Bu güne kadar hiç kimse içkili olarak, ceketi omzunda, yakası paçası bir tarafta thamatelerin ve toplumun önüne çıkmadı. Bundan sonrada çıkmaması gerekir. Bu nedenle bizler köy gençleri olarak bu kişinin ve diğer sorumluların Adiğe Mahkemesinde yargılanmalarını istiyoruz.
         Bu sözlerden sonra Doğan sessizce geri çekildi. Doğan’ın bu sözleri thamatelerin gözlerinde pek açığa vurmadıkları bir memnuniyetin belirmesine neden oldu.  
         Kısa sürede mahkeme kuruldu, her iki köyün ihtiyarlarından oluşan bir hakem heyeti belirlendi. Tamer davacı olan Mafehable gençlerini temsil etmek için seçildi. Yahya Bey Jankat’ı ortaya çıkartıp suçlarını yeni bir ayıpla süslemek istemedi. Orta yaşlı aklı başında bir adam olan Salih’i O’nun vekili olarak çıkardı. Salih kusurlarının büyük olduğunu savunulacak bir tarafı olmadığını dile getirerek özür diledi. Verilecek her türlü cezayı itirazsız kabul edeceklerini bildirdi.
         Mahkeme heyeti kararını çok çabuk verdi ve açıkladı:
       Kusuru işleyen ve onun davranışlarından sorumlu olanlar köye alınmayacak, sorumlular yeteri sayıda hayvan keserek, gelin alıcılarda dâhil olmak üzere o anda köyde kim varsa ziyafet verilecekti.
Bu karardan sonra Yahya Bey derin bir nefes aldı. Kalabalıkta eski neşesine kavuştu. Tam o sırada gelin alıcı gelenlerden Deli Durdu lakaplı Durdu Çavuş, birkaç thamate ile bir kısım gencinde aklını çelerek ;”Bizim gelin alıcımıza bu hakaret yapılamaz, bizde bu durumda köye girmiyoruz, gelini de almıyoruz.” Diye diretmeye başladı. Yahya Bey’in ve diğerlerinin bütün uğraşları, ikna çabaları boşa çıktı. Bu grubun direnci kırılamadı.
          Bekleyiş uzadıkça uzadı, sinirler gerildikçe gerildi. O zamana kadar hiçbir şeye karışmayan, mafehablenin büyük thamatesi, Mezanko muhtarı yanına çağırdı bir şeyler söyleyerek O’nu kızın babasına gönderdi. Muhtar olan biteni ve Mezanko’nın dediklerini kızın babası Rasim amcaya anlattı. Rasim amca uzun süre düşündü, oturuşunu defalarca değiştirdi, sonra da üzgün bir sesle:
        —Kızımız hala evimizde, thamateler nasıl uygun görüyorlarsa öyle davransınlar dedi.
        Muhtar bu haberi getirdikten sonra Mezanko Yahya Bey’i kenara çekerek bu hayırlı işin burada bozulduğunu iletti ve kendilerine hayırlı yolculuklar diledi.
        Gelin alıcılar neye uğradıklarını anlayamadan, başları öne eğik üzgün bir şekilde geri döndüler.
        Ahmet Bey gelin alayının köye girişindeki garipliği hemen sezmişti. Ne bir korna sesi duyulmuş ne de bir silah atılmıştı. Hatta Nazım bile müjdeye gelmemişti. Acaba silah atılırken ölen veya yaralanan mı olmuştu? Bütün olanı biteni Yahya Bey’den öğrenen Ahmet Bey’in dizlerinin bağı çözüldü, hiçbir şey diyemeden kalakaldı. O sırada Kerim de şawovuneye(damat evi) gidip durumu haber vermekle görevlendirilmişti. Şawovunenin kapısından girer girmez damadın şawoğusesi (sağdıç) Cemil gülerek:
        —Ne o Kerim, Nazım’ı geride bırakıp müjdeye sen mi geldin? Bunun için ne yaptın? Nazım’ın arabasının lastiklerini mi patlattın?
        Kerim hiçbir şey demeden kapının yanına çöktü ve olan biteni anlattı. Biraz Jankat’a biraz Doğan’a atıp tuttu. Selim duyduklarına inanamıyordu. Tam 5 yıl Cansel’in gidebileceği her düğüne gitmiş. O oynarken yığınla mermi harcamıştı. Uzun ve zahmetli bir uğraş sonunda Cansel’in gönlünü etmiş, düğün dernek kurulmuştu. Bunlar ne diyordu şimdi? Olabilir miydi böyle bir şey?
        O günden, o saatten sonra Selim bir tek kelime etmedi, yemedi, içmedi. Sonunda bir gece sessizce köyü terk etti. O’nu bir daha ne bir gören oldu nede bir haberini duyan…
         Annesi Zahide ise yıllarca, bıkmadan, usanmadan yolları gözledi. Gördüğü herkese oğlunun geliniyle geleceğini anlattı durdu…

1993 Eskişehir  Orhan OCAK

 
           AĞLATAN KAFE
           
Temmuz ayının ortalarında bir gündü. Köylü arpaları bitirmiş buğdayları biçmeye başlamıştı. Ben de yeni denenmeye başlanan Meksika buğdayı ekmiştim. Hem üzerimde hamlık olduğundan hem de bu buğdayın saplarının kalın ve sert olmasından iyice yorulmuş, tırpanı da tarlada bırakarak köye dönmüştüm. Evin önündeki kerevete oturmuş kahvemi içiyordum ki korktuğum başıma geldi. 
           Harun, “Hoca” diye bağırarak avluya girdi. Harun uzun seneler İstanbul’da çalışmış, çalıştığı iş yerinden kaynaklanan bir akciğer rahatsızlığından dolayı temiz havası için köye dönmüştü. Hemen hemen her akşam milleti toplar, gençlerle eskiler arasında voleybol maçı yaptırırdı. Beni de kurtarıcı olarak eskilerin arasına alırdı. Tabii sonunda da gençler bizi duman ederlerdi. Millet bizim gazozumuzu içmekten, şekerlemelerimizi yemekten bıkmış, Harun’un sayesinde biz ısmarlamaktan bıkmamıştık.
           Bu günde yorgunum dememe aldırmadan, yeni taktikler anlatarak sahaya sürüklemişti beni. Tam sahanın olduğu köy meydanına gelmiştik ki, ilçe yolundan bir jip tozu dumana katarak geldi ve yanımızda durdu. Jipin sahibi kavruk dediğimiz birisiydi.  Bütün dağ köylerinin gelenini gidenini otaşırdı. Sanki içimizden biri olmuştu.
          Kavruk arabadan inmiş hem konuşuyor hem de elimi tutmuş sallıyordu. Çok boş konuşan biri olduğundan dediklerini dinlemedim bile. Arabaya dönüp baktığımda baba dostumuz Ali İhsan abiyi gördüm. Hemen yanına giderek elini öptüm.
          Hoş geldin amca, dedim. 
          Üzüntülü ve kısık bir sesle:
          —Yeğenim pek hoş gelmedim, dedi.
          Harun’a dönerek kavruk’u gösterdim;
          —Benim yerime bu oynayacak biz birazdan döneriz dedim.
          Ali İhsan abiyi alarak eve götürdüm. Ben ocağa çay suyunu koyarken o anlatmaya başladı. Oğlu Seferli Köyünden bir kız kaçırmış, kızın yaşı 18’ in altındaymış, ailesi şikâyetçi olmuş, her tarafta aranıyorlarmış. Yanına oturdum, elimi dizine koyarak:
          —Tamam, amca üzülme sen hallederiz. Şimdi söyle bana kızın yanında birisi var mı?
           —Evet, dayısının oğlu var.
           — Kızın 18 yaşına kaç ayı var?
           —13 gün.
            —Neredeler şimdi?
            —Elmalı da bir arkadaşındalar.
            —Emniyetli mi?
            —Birkaç gün için evet, sonrasını bilemem.
            Bu konuşmadan sonra Ali İhsan Amcanın çayını koydum, o çayını içerken bende Sait ile Hilmi’ye haber saldım. 5 dakika sonra geldiler. Onlara:
           — Çocuklar iki günlüğüne bir işimiz var hazırlanıp gelin, dedim.
           Kalkıp kapıya doğru yöneldiklerinde de ilave ettim.
           —Sağlam gelin ha.
          Çocuklar çıktıktan yarım saat sonra hepimiz hazırdık, arabaya bindik ve yola çıktık. Bu arada çok garip bir şey olmuştu, yapılan maçta eskiler ilk defa gençleri yenmişlerdi.
İlçeye geldikten sonra doğru Ali İhsan Amcalara indik. Kavruk’ saat gece 22’de beni Kel Osman’ın kahvesinin önünde beklemesini söyleyerek gönderdim. Sait ile Hilmi’ye de taksici Raif’i bularak saat 22 de hazır olmalarını, bizi belirli mesafeden takip ederek arkamızı kollamalarını söyledikten sonra hareket saatine kadar serbest bıraktım.
            Biz Ali İhsan Amcayla konuşurken Huriye Teyzede yemek hazırladı. Yemekten sonra ise oğlu Fatih için lazım olacağını düşündüğü bir valiz toparladı. Nihayet vakit geldiğinde içlerini ferah tutmalarını, lazım olduğunda bizi nerede bulacaklarını söyleyerek valizi de alıp evden ayrıldım.
Kahvenin önüne geldiğimde Kavruk hazırdı. Şöyle bir etrafıma bakındım10 M geride bizimkileri taksinin içinde gördüm, sellektör yaparak hazır olduklarını bildirdiler.
           Hiç vakit kaybetmeden hareket ettik. Çocukları kaldığı köyden alarak 13 günü geçireceğimiz Kayalık Köyüne doğru yola koyulduk. Yolda bir ara Kavruk telaşla “hocam takip ediliyoruz “dedi. Bende aldırmamasını söylemekle yetindim.        
            Telaşlanması hoşuma gitmişti, yol boyunca da telaşını giderecek bir şey yapmadım.
            Bir saati ovada bir saati de çam ve meşe ormanının içinde geçen bir yolculuktan sonra Kayalık köyüne geldik. Vaktin gece yarısını geçmesine rağmen köye girişteki yolun iki tarafındaki harmanlarda lüks ışıkları yanıyordu. Köylüler bu köyde yalnız geceleri esen bir rüzgârdan faydalanarak harman savuruyorlardı.
            Doğruca Raşit’in evine gittik. Raşit hem uzaktan akrabamız hem de delikanlılık yıllarımda ki en iyi arkadaşımdı. Evlenmiş çoluk çocuğa karışmış, üç yıldır da Kayalık Köyünün muhtarlığını yapıyordu.
            Raşit’i uyandırıp durumu kısaca anlattıktan sonra bizim çocukları ve taksicileri geri göndermek istediysem de, Raşit hiç birini bırakmadı. Hemen taksicilerle beni bir odaya gençleri de başka bir odaya aldı.   Kısa zamanda önümüze bir sofra çıkarttı. Yemeği getiren Raşit’in kardeşi Raziye hoş geldin faslından sonra:
            —Abi bakıyorum da gene iş başındasın, diye takılmadan edemedi.
            Bende kısaca:
            —Dostlar sağ olsun, onların bize işleri düştüğü sürece biz varız, dedim.
            Yemekten sonra taksicilerle, bizim çocukları yolcu ettik. 
            Raşit hemen kızı başka bir haneye, oğlumuzu da başka bir haneye yerleştirdi. Bizde geldiğimi duyan tanıdıklarında katılmasıyla çayımızı içerek sabaha kadar muhabbet ettik.
             Zamanımız anlatılamayacak kadar güzel geçiyor, sayılı günlerimiz azalıp gidiyordu. Geceleri bir gece kızın kaldığı yerde, bir gece delikanlının kaldığı yerde olmak üzere her gece eğlenceler kuruluyor, düğünler yapılıyordu. Bu eğlencelere komşu köylerden
              Gelen kızlı erkekli gruplarda katılıyordu. Gündüz akşama kadar tarlada çalışan bu gençler akşamları böylesine bir enerjiyi nereden buluyorlardı bilmiyorum. 
Kızı misafir eden hane ona iyice sahiplenmişti. Gelin almaya gittiğimizde bize neler yapacaklarını anlatıp takılıyorlardı.
Köye geldiğimizden beri bir şey dikkatimi çekmişti. Her akşam güneş batımı ile birlikte iki mızıka sesi duyuyordum. Biri başlayınca, öbürü susuyor, o susunca öteki başlıyordu.
Sesin biri köyün bir ucundan öbürü öteki ucundan geliyordu. Nağmelerde oyun havası değildi, insanın içerisine işleyen alıp ta uzaklara götüren çok hüzünlü nağmelerdi.
             Merak ettim Raşit’e sordum. Uzun uzun anlattı.
             Mızıkayı çalanların biri erkek birde kızmış, bu ikisi birbirine sevdalıymış, sevdalıymış ama bir araya gelmeleri imkânsızmış. İki aile arasında kan husumet düşmanlık her şey varmış. Remzi bu sevdayı unutmak için köyden ayrılmış. Önce Almanya’ya sonra Suriye’ye oradan da Ürdün’e geçmiş. Uzun zaman Prens Ali’nin muhafız alayında durmuş. Prens Ali’nin babası ölüp kralın çerkes olmayan eşinden doğmuş üvey ağabeysi kral olunca oda Ürdün den ayrılmış. Bakmış içindeki kara sevda bitmemiş dönmüş gelmiş köyüne. Kendini atlara vermiş. Balıkesir taraflarından birkaç damızlık at getirmiş ve çok güzel atlar yetiştirmeye başlamış. Her akşamda mızıkasını alır sevdiğine içini dökermiş.
Gülbaharsa Remzi köyden ayrıldıktan sonra tamamen içine kapanmış, bütün taliplerini geri çevirmiş dertlerini sadece mızıkasına döker olmuş.
              Bu iki sevdalı mızıkalarıyla anlaşır dertleşir olmuşlar.
Bu hikâye beni baya etkilemişti. Ertesi akşam iş edinip Gülbaharın babasını ziyaret etmeye karar verdim ama nasıl yapacağımı bilmiyordum. Gülbahar’ın babası Ziya Bey çok sert ve aksi bir adamdı.
             Ertesi gün bu mesele kendiliğinden çözüldü. O akşam bizi yemeğe davet etmişlerdi. Köye geldiğimizden beri bu davetler sürüyordu. Çocuklara yemekten sonra Gülbahara mutlaka ağlatan kafeyi çaldırmalarını istedim. Akşam büyükler ayrı odada gençlerde ayrı odada yemeklerimizi yedik, bir taraftan çaylarımızı içerken bir taraftan da muhabbete başladık. Ziya Bey askerliğini Atatürk’ün muhafız alayında yapmıştı, o nedenle çok ilginç anıları vardı. Büyük zevk alarak dinledim, tek rahatsızlığım sigara içememekten kaynaklanıyordu.
            O ara gençlerin bulunduğu odadan mızıka ve wored sesleri gelmeye başlamıştı. Biraz sonrada ağlatan kefenin hüzünlü melodisi başladı. Gülbahar o kadar içten çalıyordu ki içimi titretti hüznü ta iliklerime kadar hissettim. Herkeste benim hissettiklerimi hissetmiş olacaktı ki içeride bir sessizlik hüküm sürüyordu. Melodinin sonunda sessizliği  Raşit bozdu. Bana dönerek:
              — Hocam sen bu şarkının hikâyesini biliyorsundur, dedi.
              Bu soruyu bekliyordum çünkü sormasını buraya gelmeden önce ondan ben istemiştim ama yinede tedirgin oldum.
              — Bir şeyler biliyorum ama milleti rahatsız etmeyelim, dedim.
             Ziya Bey de merakını gizliyemiyen bir ifade ile:
              —Anlatırsan seviniriz deyince, hafifçe toparlanarak, anlatmaya başladım.     
          Yerimden hafifçe doğrularak, derin bir nefes aldım ve anlatmaya   başladım.
              —Adananın dağ köylerinde ay kadar güzel olan Gurina isimli bir kız yaşarmış. Ova köylerinden varlıklı bir ailenin oğlu ile de sözlüymüş. Günün birinde bu dağ köyündeki düğünlerden birine bir grup delikanlı gelir. Bunların içinden hafif sarışına kaçan, çakır gözlü, boylu poslu, oynarken yeri titreten Şahin isimli delikanlıyla, gurina’nın gönülleri birbirine düşer. Kara sevda ikisini de kavurur, kavurur kavurmasına ama kız sözlüdür. Delikanlı ne kadar ısrar ederse etsin kız ailesinin onurunu çiğneyemeyeceğini söyleyerek ret eder. 
            Sonunda düğün günü gelir çatar. Günün akşamı bir mızıkadan çıkan hüzünlü nağmeler, gelin evinin avlusuna oradan da bütün köye yayılır. Öyle hüzünlü bir melodidir ki dinleyenlerin yüreğinin yağını eritmektedir. Gurina bütün acılarını, olacakları bu melodilere dökmektedir sanki. Kızın arkadaşları olayların gelişmesinden şüphelenirler kapıya gelirler ama kapı kilitlidir. Birden nağmeler kesilir ve ardından bir silah sesi duyulur.
           Kapı kırılıp içeri girildiğinde görürler ki kız babasının silahının tetiğini çalacağı son tuşa bağlayarak intihar etmiş. O günden sonrada bu melodi ağlayan kafe olarak anılmış.
           Sözümü bitirdiğimde içeride uzun süren bir sessizlik oldu. Önce çalınan müzik arkasından acıklı hikâye herkesi etkilemişti.
            Sessizliği yine Raşit bozdu:
            —Hatırladığıma göre değişik bir hikâyesi daha olacaktı. Dedi.
            Biraz nazlanmak istercesine:
            —Evet, var ama milleti sıkmayalım dedim.
             Ziya Bey nezaket icabı olmayan bir merakla ve kendisine mahsus o kısa ve kesin tavrıyla:
            —Üşenmezsen dinlemek isteriz yeğen dedi.
            Bunun üzerine ben de anlatmaya devam ettim.
            —Hikâye son tarafına kadar, isimler, yerler değişse de hemen hemen aynı. Burada sevdiğine kavuşamayacağını anlayan delikanlı canına kıyar, kızda mızıkasını alarak delikanlının mezarı başına gelir. Amacı ağıt yakmaktır ama elleri parmakları çalışmaz. Kızda mızıkayı mezar taşına çarparak parçalar ve oda canına kıyar. İşte o anda görülmemiş bir şey olur. Kırılan mızıkanın parçaları kendiliğinden birleşir ve kendi kendine bir melodi çalmaya başlar. Müzik o kadar acıklıdır ki oradaki herkesi ağlatır ve adı ağlatan kâfe kalır.
          İkinci defa çaylar demlendi, muhabbet koyulaştı. Gece boyunca bu konuya bir daha değinilmedi.
           Ertesi gün Raşit’le av bahanesi ile biraz dolaşalım diye hazırlanmış, tam avlu kapısından çıkıyorduk ki motosikletli bir genç hızla gelerek önümüzde durdu. Saçlarının aldığı şekle ve yüzünün rengine bakılırsa bir hayli hızlı geldiği belliydi. Delikanlı motordan inip motoru ayaklığının üstüne almaya uğraşırken, Raşit sordu.
         —Ne o Ali bu telaş ne böyle?
         Ali elleri ile üstünü silkelerken;
        —Evet, ağabey, haber getirdim hem de önemli bir haber dedi.
         Bir müttet şüphe ile beni süzdü, ancak Raşit’ten işaret aldıktan sonra  anlatmaya başladı.
          —Karakola ihbar geldi, köyünüzde kaçaklar saklanıyormuş, arama yapmaya gelecekler.
          Raşit gerisini dinlemedi bile onu yüzünü yıkayıp karnını doyurması için eve yolladıktan sonra çağırdığı gençlere talimatlar yağdırmaya başladı.
         Önce gelini ve yanındakileri ahır çeşmesindeki tarlalarda haşhaş koparanların yanına gönderdi. Bizim oğlanı da altına bir araba eline bir balta yanına da geveze Hamzat’ı vererek, rüzgârlı yamaca odun yapmaya gönderdi. Zavallı bizim oğlan dağdan inip jandarmaya teslim olmayı isteyeceği saatleri yaşayacaktı herhalde.     
     Bütün bu organizeleri yaparken Raşit’i hayranlıkla seyrediyordum.     Öğretmen okulunda da böyleydi 68–69 yıllarında Ankara’nın o puslu günlerinde bu organizatörlüğü çok işimize yaramıştı. Mezun olduktan sonra da aynı şekilde çalışmaya devam etmiş, çalıştığı köylerde de sadece eğitim alanında değil, kooperatifleşmekten tutunda hayvancılığa kadar her konuda köylülerle birlikte çalışmıştI. En son yöneticilik yaptığı okulda soğuk bir 10 Kasım sabahı çocukların üşümesine dayanamayarak Atatürk’ü anma törenlerini okulun içinde yaptığı için soruşturmalar geçirmişti. Tüm ifadelerde de tek bir cümlelik savunma yapmıştı.*Atatürk sağ olsaydı nasıl davranacaktıysa öyle davrandım.* Neticede aldığı kınama cezası ağrına gitmiş,
             İstifa ederek köye gelip yerleşmişti. Bu gün tam onun o zamanlar da düşündüğü gibi,10 Kasımlar bir yas töreni değil Atatürk’ü anma ve tanıma günü olarak uygulanmaktadır.
             Daldığım hayallerden Raşit’in bana seslenen sesiyle uyandım.
             —Abi sende Osman’ı al doğru ava, akşama boş gelirseniz yemek yok diyordu.
              Oyalanmanın âlemi yoktu hemen oradan ayrılıp dik bir yamacı kaplayarak yükselen ormana yöneldik.
              Köyden yüz yüzeli m uzaklaştıktan sonra durduk, ormanın koyu yerinden köyü rahatça görebileceğimiz ama köyden görünmeyeceğimiz bir yer belirledik. Gazellerden ve otlardan rahatça oturabileceğimiz yerler yaptık.
             Osman da niyetimi anlamış olacaktı ki hiçbir şey sormadı. Sırtımı iri meşe ağacına dayayarak oturdum, sigaramı da yaktıktan sonra Osman’a en hassas yerinden takıldım.
                —Eee Osman senin için bu zorluklara ne zaman katlanacağız, görünürde bir şeyler var mı?
               Başta biraz çekindi ama sonradan açılarak anlatmaya başladı. Biz muhabbeti koyulaştıralı ne kadar zaman geçti bilmiyorum, duyduğumuz araba sesiyle başımızı köyün girişinde ki ince yola çevirdik. Biraz sonra orman çıkışında iki araba belirdi. Öndeki bir askeri araçtı arkadaki de bir jip. Birden kan beynime sıçradı bu kavruğun jipiydi. Emin olmak için iyice yaklaşmalarını bekledim. Evet, onun jipiydi. Hain herif üç kuruş taksicilik ücreti için satış yapmıştı.

                    Arabalar gelip köy meydanında durdular, askeri cemse den inen askerler koşar adım Raşit’in evinin etrafını sardılar. Raşit ile komutan ayaküstü bir şeyler konuşuyorlardı. Kavruğun jipinden de birkaç sivil inmişti. Herhalde kızın akrabalarından birileriydi. Kavruk’un yaptığı canımı çok sıkmıştı, canını bir hayli yakacağım kesindi ama bunun kokusunu duyurmadan da rahat edemeyecektim. Gözlerini köye dikmiş oturan Osman’a dönerek:
               —Yeğenim ağabeyin bunlara en aşağıdan birer ayran içirmeden göndermez. Hemen aşağıya in şu mavi gömlekli taksi şoförüne yanaş kimseye hissettirmeden selamımı söyle ve döndüğümde oralarda arabasına bindirecek insan değil kuş bulamayacak dediğimi ilet.
               Osman aşağıya inerken askerlerde yanlarında birileri olduğu halde bazı evlerin avlularına girip çıkmaya başlamışlardı. Bir saat sonra gelenler toparlanıp geldikleri gibi gittiler. Bende beklemeden köye döndüm.
     Raşit’in neşesi yerindeydi. Komutanla araları iyiydi anlaşılan.
             —Onlar da görevlerini yapacak bizde görevimizi yapacağız diye gülerek olan biteni anlattı.
         Siviller kızın iki kardeşiyle dayısıymış. Sekiz gündür yollarda o köy senin bu köy benim,   gelen ihbarların peşinde dolaşıyorlarmış.
        O günün akşamı yemek davetine gençleri gönderip biz Raşit’le Remzi'nin yanına gittik. Bizi memnuniyetini belli eden bir ifade ile karşıladı. Saçlarına hafifçe kırlar düşmüştü. Yüzündeki çizgiler sanki çok çekmenin değil de çok şey bilmenin ifadesi gibi duruyorlardı.
           Onunla muhabbet etmek çok zevkliydi, hemen hemen dünyanın yarısını gezmişti, gittiği her ülkedeki hemşerilerimizle tanışmıştı. Bu zaman içerisinde de bir tespit yapmıştı.
            Gezdiği ülkelerdeki Çerkez toplumları içinde en rahat olanı da, en çok hakka sahip olanın da, adet ve geleneklerini de en iyi koruyanında Türkiye Çerkezleri olduğunu söylüyordu. Yalnız Türkiye de bir dil zafiyeti olduğunu da fark etmişti. Konuşmanın tadından zamanın nasıl geçtiğini anlamadık. Kalktığımızda horozlar ötmeye başlamıştı.
            Geriye kalan birkaç gün çok çabuk geçti. Kızın yaşı doldu. Bizimde kaçak günlerimiz bitmişti. Ayrılık günü geldiğinde köylünün hoş bir sürprizi ile karşılaştık. Gelinin artık kendi kızları olduğunu bu nedenle buradan gelin çıkaracaklarını söylediler. Geriye dönüp bu isteklerini Aliksan Amcaya ilettiğimde adamcağız o kadar memnun oldu ki o dağ gibi adam gözlerinden kopup gelen iki damla gözyaşının yanaklarına yuvarlanmasına mani olamadı.
             Bir hafta içinde davetiyeler dağıtıldı, hazırlıklar yapıldı. Kız tarafının bohçaları, hediyeleri eksiksiz tamamlandı. Arkasındanda dört dörtlük bir gelin alıcı alayıyla gelin almaya gidildi. Hikâyeyi duyan onlarca köyünde katılımıyla yıllarca unutulamayacak bir düğün yapıldı.
             Sonraki yıllarda Raşit de İzmir’e göç edince yolum oralara hiç düşmedi.
              Bu olayların üstünden yirmi yıl geçmişti. Emekliye ayrılmış özel bir dershanede müdür muavinliği yapıyordum. Yeni kayıtlarımızın başladığı günlerde kayıt odasının önünden geçerken, sıra da bekleyenler arasında yapılı, sarışın çakır gözlü bir genç gözüme ilişti. Her nedense bu çocuk bana Kayalıda ki günlerimi hatırlatmıştı.
              Odama girince çayımı getiren hizmetliye açık kapıdan onu göstererek çağırmasını söyledim.
              Biraz sonra içeri girdi. Eğilip bükülmeden. Yamulmadan ne kadar saygılı olunacağını gösterir hareketlerle birkaç adım atarak:
            —Buyurun hocam Beni çağırmışsınız dedi.
            Elimle oturmasını işaret ettim oturmadı ısrar edince koltuğun ucuna ilişti, birkaç evrakın işini bitirdikten sonra çocuğa dönerek:
            —Nerelisin oğlum dedim.
            Hiç şehir kasaba ismi söylemeden,
             —Kayalı köyündenim dedi.
             Nedense hiç şaşırmadım. Köyden civardan birkaç şey sorduktan sonra:
          —Köyünüzde, Remzi ile Gülbahar vardı sonları ne oldu? Diye sordum.
            Çocuk şaşırdı birazda utandı, ürkek ve kısık bir sesle:
          —Ben onların oğluyum dedi.
           Bu sefer ben şok olmuştum, şaşkınlığım yavaş yavaş sevince dönüştü bu sevincin içinde de biraz gurur vardı. Ağlatan kâfe mutsuzluktan doğmuştu ama böyle büyük bir sevdayı da mutlu sona bağlamıştı. Kendime geldikten sonra uzun uzun konuştuk. Bu arada annesi ile babasının köyde kaldıklarını, at beslemeye devam ettiğini kendisinden küçük ikiz kız kardeşleri olduğunu öğrendim. Sonra da evraklarını alarak kontenjandan kayıt yaptırmak üzere çekmeceme koydum. Uğurlarken de:
           — Babana çok selam söyle dedim.
          Çocuk biraz tedirgin ve çekingen,
          —Kim diyeyim hocam dedi.
          —Seni sabaha kadar uykusuz bırakan cebel başı dersin, diyerek çocuğu uğurladım. Delikanlıya benim adımı vermiş olmaları beni bir hayli duygulandırdı. O günden beri ağlayan kafeyi usta birinden dinlediğimde o günlere giderim.

   Orhan OCAK  03**O2**2008       
Yeni Kent     Eskişehir
 
 ANA SAYFA 

 


   ÇOCUK

      1945 yılında Yoguslavya prensinin bir Sırp öğrenci tarafından öldürülmesini bahane eden Almanya Romanya dan başlayarak Avrupa ülkelerini işgal etmiş ve 2. Dünya Savaşını  başlatmıştı. Bu durum tüm dünya dengelerini bozmuş, ekonomileri de darmadağın etmişti. Coğrafi yerinden dolayı bu olumsuz gelişmelerden en çok etkilenen ülkelerden biride Türkiye olmuştu. Devletin herhangi bir savaş ihtimaline karşı, gıda stokuna gitmesi, yılın da kurak geçmesi sonunda memleket de kıtlık ve yokluk baş göstermişti
        Bu durum memleketin her tarafında olduğu gibi, Eskişehir’in bir köyü olan Ağlarca köyünde de kendini bütün ağırlığıyla hissettiriyordu. Her kesin elindeki nevale çabucak bitmişti. Varlıklı ailelerin ellerindeki zahire stokları da tüm köylüyle paylaşılmış ama onlarda suyunu çekmişti.
       Kafkasya kültüründen kaynaklanan yardımlaşma ve paylaşımcılığın etkisiyle herkes elindeki son lokmayı da paylaşarak yaşamaya çalışıyordu,
       Köylüye devlet tarafından her yıl ihtiyaç ve satış olmak üzere iki çeşit meşe odunu verilirdi. Köylüler ormandan gösterilen alanı kendi aralarında üleşirlerdi. Kesim yapıldıktan sonra kışlık ihtiyaçlarını stok ederler satış için kestiklerini de köy meydanında, kıyısında veya daha başka münasip yerlerde, sterler halinde yığarlardı. Ormancılarda gelir bunları ölçer, teskere denen izin kâğıtlarını verirlerdi. Köylü de bunları ya ocaklarda yakarak meşe kömürüne dönüştürerek ya da meşe odunu olarak yakın kasabalara götürüp satarlardı.
       Ama esas para getiren iş ise kaçakçılıktı. Yapuldak ve peçene dağlarından kesilen döşemeler köye getirilir kabukları soyulur ve güneşte bekletilirlerdi. Döşemeler çoğunlukla 7–8 m uzunluğunda olurlardı, bundan uzunları ancak sipariş olursa kesilirlerdi. Bazen de kalın çam tomrukları getirilir, samanlıkların bir köşesine kurulan iskelelerde tahta veya dilmelere dönüştürülürlerdi. İskeleler kuvvetli ağaçlardan yapılırlardı. İskelenin üzerine uzatılan tomruk: Önce siyaha boyanmış iplerle işaretlenir sonrada bir kişi iskelenin altına girer biride üste çıkar ve büyük bıçkılarla dilim dilim tahtalar kesilirdi. Bütün bunlar kaçak olduğu içinde ormancılarla büyük mücadeleler verilirdi.
       Hazırlanan bu döşeme veya tahtalar at arabalarına yüklenir satılmak üzere Sivrihisar, Polatlı bazen de Haymanaya kadar götürülürdü. Bu işi ancak atları kuvvetli olanlar yapabilirdi. Sefere çıkanlar büyük bir yardımlaşmanın içinde olurlardı. Mallarını satıp geri dönerken mevsimine göre sebze ve meyve yüklü olarak gelirler bu getirdiklerini de bütün köyle paylaşırlardı.
       Bu yıl kıtlık dolayısıyla kaçağa birkaç kere gidilmişti.
                 
       İşte hikâyemiz böyle bir sefere çıkılacağının bir gün öncesinden başlar.
       Sefer henüz 11 yaşındaydı, babası 2 sene önce öldükten sonra evin bütün yükü omuzlarına kalmıştı,
       O da bu yükü bir çocuktan beklenmeyecek bir metanetle yüklenmişti. Bu sorumluluk ona olgun bir hava kazandırmıştı. Annesinin akrabalarından Ğhune Yahya iki hafta önce evlerine uğramış Sefer’e iyi bir araba döşeme hazırlamasını onu ovaya ağaç götürecek ilk kafileyle birlikte göndereceğini söylemişti.
       O gündür canla başla çalışmış 8 m lik 9 döşeme ile 14 tane mertek hazırlamıştı.
       Yolculuk sabahı, erkenden kalkmış atlara yem vermiş, kuyruklarını örmüştü. Amcası Şaban’ın yardımıyla da ağaçları arabaya sarmışlar, araba sandığını da ağaçların üzerine sıkı sıkı bağlamışlardı. Annesi de babasının kürkünü kendi eliyle arabaya yerleştirmişti. Bu kürkler o devrin odun kaçakçılarının olmazsa olmaz aksesuarlarıydı. Kırkılmamış koyun postlarından yapılırdı. Ne soğuk ne kar ne de yağmur işlemezdi içine.
       Sefer önce annesinin sonra ablalarının elini öptükten sonra arabaya tırmanarak oturdu, dizginleri eline aldı şöyle gururla bir bakındı sonra atlara okşar gibi:
       —Haydi, yavrum deh dedi. Taylar sanki bu komutu bekliyorlarmış gibi hemen yürüdüler.
       Seferin annesi ellerini açarak uzun uzun dua etti.
       Sefer köy meydanına gelince dizginleri çekerek arabayı durdurdu.Diğer arabalarda toplanmaya başlamışlardı. Herkesin yükü atlarına göreydi. Kimisinin az kimisinin çoktu.
        En çok yük Ratko Şükrünün arabasındaydı, Şükrü orta oku iyice uzatarak arabasını 7–8 m açmış ve düzgünce dört köşe yontulmuş döşemeleri düzenli bir şekilde sarmıştı. Şükrü havalinin en namlı kaçakçısıydı ormancılar onunla hiç karşılaşmak istemezlerdi. En iyi atlar onundu, arabasının çanlarının (tekerlerin göbeğine ve dinğilin başına takılan çeşitli alaşımlardaki metal levhalar) sesini tanımayan yoktu.
       Hemen hemen her kaçakçı silah taşırdı ama o fazladan birde mavzer bulundururdu arabasında. Çok iyi baktığı İngiliz kulaklısını oturduğu minderin altına uzatmış olarak tutardı devamlı.
      Şükrü, Sefer’in yanına gelerek arabasına şöyle bir baktıktan sonra:
       —Aferin Sefer iyi yük hazırlamışsın iyide sarmışsın, dedikten sonra ilave etti.
       — Hep arkamda ol ayrılma, hadi bakalım ras gele.
       Şükrü çocuğun yanından ayrıldıktan sonra ortalığa doğru yürüdü, herkesin duyabileceği bir sesle,
       — Herkes hazır mı? Dedi.
       Milletten gelen cevapları beklemeden arabasına bindi ve sürdü. Diğer arabalar da onun ardı sıra hareket ettiler, önce mezarlığı sonra harmanları geçerek kaybolup gittiler. Arabaların çan sesleri birden başlayan yağmurun içinde uzun süre yankılandı, sonrada onlarda duyulmaz oldu.
       Arabalar kulapa’ya geldiklerinde yağmur hızını iyice arttırmıştı. Sürücüler kürklerine iyice bürünmüşler, atları da kendi hallerine bırakmışlardı.
       Önce Şhagumde Hamit saplandı çamura, arkasından da seferin tayları kaldı. Her yağmurlu havada kaçakçıların korkulu rüyasıydı Kulapanın çamuru. Arabalar dingile kadar çamura oturur sonunda da saplanıp kalırdı. Atlar yere yatarcasına asıldıkları halde arabayı milim kıpırdatamazlardı. Bazı kuvvetli atlarsa çamur mamur dinlemez çektikleri şeyi sürükler çıkarırlardı.
       Şükrü arabası çamurda kalanlara bağırarak:
       —Çocuklar kıpırdamayın dedi ve yoluna devam etti.
       Çamurdan çıkan arabalar sert zemine geldiklerinde durdular. İki çift kuvveti atı koşumlara ellemeden arabadan çıkardılar, bunları çamurda kalmış arabalara koşarak onları da düzlüğe çıkardılar. Atları bir müttet soluklandırdıktan sonra, sabaha karşı ilk mola yerleri hakim kuyusu köyüne vardılar. Arabaları Kunduracı Battal’ın yüksek duvarlarla çevrili geniş avlusuna çektiler. Atların üzerine çulları örterek yem torbalarını başlarına astıktan sonra, araba sandıklarının içinde, kürkleri üzerlerine çekerek birkaç saat sürecek uykuya daldılar.
       İki saat sonra hepsi birden sözleşmiş gibi uyandılar. Battal ağada onlara kahvaltıyı çoktan hazırlatmıştı. Battal ağanın bazı nedenlerden dolayı bu dağ köylülerine minneti büyüktü. Hali vakti de yerinde olduğundan senede bir iki kere onları ağırlamaktan memnun oluyordu.
       Kahvaltıdan sonra Şükrü çocuğu da yanına alarak çocuğun arabasına bindi ve avludan çıktılar. Şükrü arabayı doğru muhtarın evine çekti. Muhtarın avlusu da yüksek duvarlarla çevrilmiş ve genişçeydi.
       Muhtar onları avlunun borda kapısından girdikten sonra fark etti ve gülerek karşıladı.
       —Hoş geldin Şükrü ağa.
       —Hoş bulduk muhtar, Bir isteğim olacak hemen söyleyip yola çıkacağız. Dedi şükrü.
       Sonrada kendilerinin Polatlıya gideceğini ama çocuğu götürmeyeceklerini o nedenle çocuğun yükünün burada satılmasına yardımcı olmasını sonrada onu yolcu etmesini söyledi. Muhtarda:
       — O kolay dedi. Arabada ki ağaçları inceleyerek, ben alırım onun ağaçlarını zaten oğlana bir ev yapmayı düşünüyordum diye de ekledi.
       Şükrü çocuğa yapacaklarını anlattıktan sonra oradan ayrıldı, çok geçmeden de köyden ayrılan arabaların çan sesleri duyuldu.
       Muhtar çocukla tam konuşmaya başlamıştı ki, avlu kapısından iki ormancı gözüktü. Bunlar Haşim ormancı ile Ahmet ormancıydı. Haşim 50 yaşlarında saçları ağarmış suratı hep asık duran birisiydi. Ahmet se göreve yeni başlamış ormancı olamayacak kadar merhametli yapısı olan genç biriydi.
       Haşim çok azılı bir kaçakçıyken devlet baş edememiş onu ormancı yaparak yıllarca kestiği ormanları korumaya memur etmişti. Yıllarca zalimliğiyle etrafa ün saldı. Kendisine rüşvet verenler ormanı kökten kesseler görmemezlikten gelirken, ihtiyacı için bir sırt odun getirenlere kan kusturmuştu. Bu korkunç namı, içinde Şükrünün de bulunduğu dağ köylülerine rastlayasıya kadar devam etti. O gün hiçbir vatandaştan rüşvet almayacağına hiç kimsenin canını yakmayacağına yemin ederek canını zor kurtarmıştı.
       Bu günde kaçakçı arabalarının gelişini görmüş ama onlar gidesiye kadar meydana çıkmamıştı. Ahmet ormancı her ne kadar çırpındıysa da ona da mani olmuştu.
       Dağ köylülerinin bir çocuğu bırakarak gittiklerini görünce yıllardır beklediği intikam saatinin geldiğini düşündü. Bu dağ köylülerine vurulacak en büyük darbe, kendilerine emanet edilen bu çocuğun başına gelebilecek kötü bir olaydı. Haşim çok rahattı artık iki gün sonra emekliye ayrılacak İzmir'e yerleşecekti. Eşini ve çocuklarını çoktan göndermişti bile. Şükrü ve arkadaşları gelesiye kadar bu çocuğu yakalar atına arabasına el koyar tutanakları tutup muhtarlığa yedemin ettikten sonra çeker giderim kimsede beni bulamaz diye düşünüyor, bundan dolayı da ağzı kulaklarına varıyordu.
        Muhtarın avlusuna sahte bir hışımla giren Haşim doğruca  arabanın yanına gitti etrafında bir tur attıktan sonra, muhtarla çocuğun yanına gelerek.
       —Bu arabaya, atlara ve üzerindeki yüke devlet adına el koyuyorum. Muhtar tez yedemin evraklarını hazırlayalım dedi.
        Muhtar gavat gene bir şeyler koparmaya uğraşıyor diye düşündüğünden onu pek ciddiye almadı. Haşim’in koluna girerek:
       _-Tamam, Haşim ağa ağaçları ben aldım senide göreceğiz elbet dedi.
        Ama Haşim’in gözlerindeki kin ve intikam parıltısı korkutmuştu muhtarı. Haşim daha sert bir sesle bağırdı.
       —Hadi muhtar oyalanma diye.
       Çocuk ormancıları gördüğünden beri bir korkuya kapılmıştı.(Ah ülen dağda rastlayacaklardı, baltayı kaptığım gibi geldikleri yerlere kadar kovalardım ya;) diye düşündü. Ama bu yaban ellerinde yalnız başına ne yapabilirdi. Birden fırladı, arabanın önüne dikildi:
       —Atlarıma ve arabama kimse elleyemez. Dedi.
       Sesi çok kararlıydı, gözleri çakmak çakmak olmuştu.
       Haşim’in içi ürperdi birden, sonrada bir çocuk o nihayet diye düşünerek çocuğun üstüne yürüdü, bir eliyle yakasını kavrayıp öteki elini tokat atmak için havaya kaldırmıştı ki: Avlu kapısının girişinden bir ses yükseldi.
       —Ne oluyor burada?
       Avludaki dört kişi birden başını sesin geldiği yöne çevirdiler. Kapının girişinde yerinde duramayan atını zapt etmeye çalışan yamçısı sırtında dalgalanan elinde kamçısıyla onlara bakan İsmail Bey’i gördüler.
        Haşim’in çenesi titredi ayaklarının bağı çözüldü. Şükrü den korkarken daha büyük bir belaya çattığını, İsmail Beyi görünce hemen anlamıştı. Daha kendisini toparlamadan doru at yanında bitiverdi ve İsmail Beyin kırbacı suratında şakladı. Can acısı ile bir elini yüzüne bir elini de belindeki silaha uzatmıştı ki ikinci kırbaç yüzünün öte tarafında şakladı. İkinci kırbaç aklını başına getirmişti. İki eliyle yüzündeki iki kırmızıçizgiyi tutarak öylece kaldı.
       Çocukta tanımıştı  Şhagumde İsmail Amcayı. Öyle bir rahatladı ki koşup ayaklarına sarılası geldi ama kendini tuttu.
       Şhagumde İsmail o yörenin en sayılan adamıydı, hangi köye gitse krallar gibi ağırlanır, her ihtiyacı karşılanırdı. Bu güne kadar fakir fukara takımına hiç zararı olmamıştı aksine onları korur ve her konuda yardımlarına koşardı. Bir huyu vardı ferdi olarak hiç kimseye yük bindirmez yükü olay mahallindeki köyün veya köylerin hali vakti yerinde olan kişilerine eşit olarak dağıtırdı. Bir keresinde Siyah ağaç köyünde atı hastalanınca vurmak zorunda kalmıştı. Köylüler köyün en güzel atını hemen altına çekmişlerdi. O da köyün zenginlerinin aralarında para toplayarak atın sahibine verilmesini sağlamıştı.
İsmail ağa atından indikten sonra ilk iş olarak ormancıları gönderdi. Muhtarın getirdiği sandalyeye oturarak çocukla biraz konuştu. Köyden haberler sordu Ğhune Yahya’ya. Psinetğuç Ramazan'a selamlarını götürmesini söyledi.
       O arada muhtarın çocukları İsmail’in atı ile çocuğun atlarının yem torbalarını arpa ile doldurmuşlardı. Çocuğun tayları arpayı büyük bir iştahla yemeye başlamışlardı ama öteki yemek yerine taylara gösteriş yapmak peşindeydi. Sağ ön ayağı ile yeri eşeliyor, kafasını sallayarak kişniyordu.
       İsmail Bey hemen muhtara talimat verdi, bu talimat gereği de köyden 8–10 kişi gelerek arabada ki ağaçları üleşiverdiler. Çocuğun arabası buğday, bulgur gibi kuru üzüme varasıya kadar erzakla doldu. Toplanan paraları da çocuğun eline verdi. Çocuk paralara uzun uzun baktı. Hiç bu kadar parayı bir arada görmemişti, hele aralarındaki kâğıt 2,5 lirayı ilk defa tutuyordu, ama o en çok erzaklar arasında ki çay la şekere sevinmişti. Çay tiryakisi olan annesi ne kadar memnun olacaktı kim bilir. Beş aydır parti ocak başkanlarının kirpit kutusu ile dağıttıkları çayla idare etmeye çalışıyordu. Şeker desen hiç yoktu millet çayını kuru üzümle içiyordu.
       Atlar yemlerini yedikten sonra çocuk yan kayışları bağladı. Vakit ikindiyi geçiyordu, büyük bir sevinçle dönüş yoluna çıktı. İsmail Bey de atının üstünde arabanın yanından hiç ayrılmadan onu Erten köyünün çıkışına kadar getirdiğinde karanlık çoktan basmıştı. Bütün öğleden sonra ki güneş, kulapa çamurunu biraz kurutmuştu arabada boş olunca atlar dönüş yolunda hiç zorlanmamıştı.
        Erten çıkışında İsmail Bey atının dizginlerini çekerek durdu.    Çocukta arabayı durdurdu. İsmail Bey çocuğa dönerek:
        — Çâle, miş kınowjirer wugojişun arbe? Dedi.
              "Çocuk ,bundan sonrasını gidebilirsin değil mi?"
        Çocuğun cevabını beklemeden atının yönünü geri çevirerek geldiği yöne doğru uzaklaştı.
        Çocuk bu koca çerkesin arkasından bir müttet baktı görüntüsü karanlıkta kaybolunca da atlara usulca “hadi yavrum deh” dedi. Araba hareket ettikten sonra gocuğu üstüne çekti atların yem torbalarından birini de yastık yaparak uzandı ve hayallere daldı. Çok geçmeden de uyuya kaldı. Yüzünde tatlı bir gülümsemenin ifadesi vardı. Atlar köye varıp, avlularına girip ,durduklarında çocuk hala uyuyordu.
    
      *Görevlerini canla başla yapan değerlli  ormancı camiasından,(İçlerinden çıkmış yanlış bir adama yer verdiğim için )özür dilerim .                                                                 
 Orhan OCAK

  

SEVGİNİN GÜCÜ

         Mezişha Çile 80 hanelik bir köydü. Dağın yamacına, ormanın en sık olduğu bir yere yerleşmişti. Kafkasya’dan göç ettiklerinde, ovada düz arazilerde yer gösterilmiş ama onlar anavatanlarında ki yerleşim alanına benzediği için burayı tercih etmişlerdi. Geçimlerini hayvancılıkla sağlıyorlardı. Çiftçilik ise devletin büyük desteğiyle yeni yeni yerleşmeye başlamıştı. Yörenin en güzel balını üretirlerdi. Çok sayıda ailenin yılkısı (Yabani at sürüsü) vardı. Çevrenin koşumluk ve binek atı ihtiyacı bu yılkılardan karşılanırdı.
        Köyün kuzey batısındaki iki dağın arasındaki boğazdan çenderek denilen bir rüzgâr devamlı eserdi. Bu boğaza girip birkaç km yüründüğünde, ormanların arasında geniş düzlüklere ulaşılırdı. Köylünün koyak dediği bu düzlükler atların en önemli yaylım yeriydi.
        İlk yapılan evlerin tamamı ağaç tomruğundan yapılmıştı. Yeni yapılan evler ise taştan yapılmıştı. Evlerin tamamının çatıları düz örtü olup, çorağın bir çeşidi olan yağlı bir toprakla kaplıydı. Evlerin içleri dışları yöreden çıkarılan bir beyaz toprakla badana edilirdi.
        Evlerin hemen hemen hepsi doğuya bakardı. Önlerinde de boydan boya haşpak denen sundurmalar vardı. Bu sundurmanın rüzgâr alan bir köşesinde, tavana yakın bir yerde ağaç kafes şeklinde sütlükler olurdu.
Soğuk bir sonbahar akşamıydı. Akşama kadar yağmur yağmıştı. İnsanlar dam başlarına çıkmışlar kanğaç (yuvak) çekiyorlardı. Ağaçtan veya taştan yapılmış bu silindirler ileri geri çekilerek damlardaki çorak sıkıştırılarak suyu geçirmesi önleniyordu. Uzaklarda bir yerlerde şimşekler çakıyor, her şimşekten sonra etraf kör edici bir aydınlığa boğuluyordu.
İşte böyle puslu bir gecede yayıldı puslu haber.”Savaş çıkmış seferberlik ilan edilmişti.   
        Muhtarın  köye saldığı  iki genç ev ev dolaşarak, köyün  büyüklerine 
muhtarın toplantı haberini ilettiler. Bir saat sonra bütün büyükler odada toplanmışlardı. Başköşede her zaman ki gibi Martıjko Aziz yerini almıştı. Martıjko Aziz Kafkasya dan göç eden kafileden yaşayan birkaç kişiden biriydi. Az konuşur öz konuşurdu. Herkesin hazır olduğundan emin olan muhtar sıkıntılı bir tonla söze başladı.
         —Komşular hepinizin az çok haberi olmuştur, devletimiz bir hafta önce harbe girmiştir, bizden de gücümüz oranında asker istemektedir, ne diyorsunuz? Diye sordu.
           Kısa bir sessizlikten sonra herkes kendisine göre bir şeyler söyledi. Kimisi hemen bir birlik hazırlanmasını, kimisi acele yapılmamasını gelişmelere göre tavır alınmasını, kimisi de ufak bir birlik gönderilmesini önerdi
          Sonlara doğru da Kanşawko Halit söz aldı. Kanşawko Halit çok gezen, çok bilen, her şeyden haberi olan biriydi. Bu özelliklerini bildiğinden, kendinden emin bir şekilde:
          —Komşular bu savaş uzun sürecek sonu olmayan bir savaş. Bu nedenle ben derim ki, acele yapmayalım devletin biz göçmenlere tanıdığı askerlikten muafiyet yıllarımız dolmadı bekleyelim düşman buralara gelirse bir çaresine bakarız dedi.
           Artık son söz Martıjko Azizindi, bütün gözler ona çevrilmişti.  Martıjko bir süre bekledi yerinden hafifce doğruldu, Kanşawko’nın dediklerine biraz içerlemiş hali vardı. Yaşından umulmayacak net bir sesle konuşmaya başladı:
           — Hepinizi dinledim, kimisinde akıl, kimisinde yürek, kimisinde haklılık payı var. Yalnız hatırlamamız ve hiç unutmamamız gereken şeylerde var. Rusya da düşman kapımıza gelsin bakarız dedik, düşman geldi, yerimizden yurdumuzdan olduk. Bulgaristan da gelsin bakarız dedik, yine yollara döküldük, Yoguslavya da aynı şey oldu. Artık yetti bu bayrak bizim bayrağımız, bu vatan bizim vatanımız. Mezarımızda burası olacak. Bu nedenle yapılması gerekeni değil iki katını yapmalıyız dedi ve sustu. 
         Konuşmadan çok yüzündeki acının, kinin, umudun karışımı ifade herkese kararını verdirmişti.  
           Hemen karar alındı.    
          Bir hafta içinde 68 kişilik bir liste hazırlandı. Liste hazırlanırken tek çocuk olanlar, hastalar, bakıma muhtaç kişisi olanlar bu listeye alınmadı. Birliğin şubeye teslim olasıya kadar Şagumde Yahya’nın komutasında olmasına karar verildi.
           Bu kararın ardından hummalı bir faaliyet başladı. Tğujular pişirildi, kuru etler paketlendi, azık torbalarına güzelce yerleştirildi. Erkeklerde silahlarını temizlediler, atların yelelerini ördüler, kuyruklarını bağladılar. Komşular, akrabalar ziyaret edildi, helâlık dilendi. Bu arada gideceklerin şerefine nisaşe ve eğlenceler de ihmal edilmedi. Nihayet ayrılık günü geldi çattı.                          
           Şhagumde Hamit gideceğini öğrendikten beri, çelişkili duygular içindeydi. Bir yanda, yeni yerler göreceği, yeni insanlar tanıyacağı için mutlu, savaşacağı için tedirgin, evinden, ailesinden, yedi aylık eşinden, doğacak çocuğundan daha görmeden ayrılacağı için ise üzgündü.
             O sabah erkenden kalktı atı Jibğa’ya safi arpadan oluşan yemini bolca verdi eğerini silahlarını kontrol etti. Bütün bunları yaparken köpeği Vüris arkasından dolaştı durdu. Fırsat buldukça ona sürtündü, arka ayaklarının üstünde dikilerek ön ayaklarını göğsüne dayadı, önünde yuvarlandı. Nihayet Hamit işlerini bitirdikten sonra, köpeğin önünde diz çöktü, boynunun altını okşadı sırtını sıvazladı. Köpek aradığı ilgiyi bulduğu için memnun kuyruğunu sallıyor, sanki olacakları tahmin etmişçesine, parlak gözleriyle sahibine bakıyordu.
             Hamit yavaşça doğrulurken başparmağını Vuris’e doğru sallayarak: 
             —Ben yokken buralar sana emanet ha dedi.
          Köyün içinden gelen sesler çoğalmaya başlamıştı. Hamit doğrulduğunda annesi ile babası avluya inmişlerdi, karısı Dane ise kapının eşiğinde duruyordu. Yavaş adımlarla yaklaştı önce babasının elini öptü. Babası duygularını belli etmeyen bir sesle:
              —Güle güle gider, sağ ve salim dönersin inşallah. Dedi.
            Arkasına hiç bakmadan avlu kapısından çıkıp meydana doğru yürüdü. Hamit anasına sarıldı, kadın onu sıkıca bağrına bastı. Acısını belli etmeyen bir sesle:
          —Allaha emanet ol oğul diyebildi.
           Oğlunu zorlukla bırakan kadın da kocasına yetişmek için hızlı adımlarla uzaklaştı. Koca ihtiyarlar genç çifti vedalaşmaları için onları yalnız bırakmışlardı. İhtiyarlar uzaklaşınca Dane koşarcasına geldi kocasına sarıldı, narin bedeni sessiz hıçkırıklardan sarsılıyordu. Uzun süre öylece kaldılar. Hamit karısının omuzlarından tutarak kendinden ayırdı, sağ eliyle çenesini tutarak hafifçe kaldırdı ve gözlerinin içine bakarak:
         —A si Dane, a si gupse ağlama sana söz veriyorum, döneceğim. Kendine ve doğacak çocuğumuza iyi bak. Dedi.
Daha bir şeyler diyecekse de fırsat bulamadı.
           Dış kapıdan arkadaşı Yusuf’un sesi geldi.
          —Hamit yatıyor musun daha.
          Yusuf’la çocukluk arkadaşıydılar. Kardeş gibi büyümüşlerdi. Düğünlere beraber gider, ava beraber çıkarlardı. Şoha denilen at yarışlarında hep aynı takımda olurlardı. Dane’yi abzağh köyünden kaçırırken de yanında o vardı. Dünyada hiçbir şeye aldırmaz, hiçbir şeyden korkmaz, hiçbir şeyi de umursamazdı. Hamit onun sesini kapının önünde duyunca karısına son bir defa baktı, hiç bir şey diyemeden ayrıldı. Atının dizgininden tuttu yavaş adımlarla avludan çıktı. Atlar yedeklerinde yan yana köy meydanına doğru yürürlerken, Yusuf ellerini, kollarını da kullanarak bir şeyler anlatıyor ama Hamit hiç birini duymuyordu.
           Yarım saat sonra birlik hazır hale gelmişti. Köyün dışına kadar atları yedeklerinde çıktılar. Köyün çıkışında atlarına binerek uzaklaştılar. Arkalarından erkekler gururla, kadınlar acıyla, çocuklar da ne olduğunu anlamadan el salladılar.
         Üç günlük sıkı bir yürüyüşten sonra, birlik il merkezindeki şubeye ulaşarak teslim olmuştu. Bir günlük istirahattan sonrada trene bindirilerek geleceklerini bitirecek meçhule yola çıkarılmışlardı.
         Hamit talim alanında verilen moladan yararlanarak sırtını bir çadır direğine vererek oturmuştu. Atların trene bindirilmesi sırasında canı kadar sevdiği atı Jıbğa ayağını vagona dayanan dayamalara sıkıştırarak kırmıştı. Atı muayene eden alay veterineri atın vurulmasından başka çare olmadığını söyleyince dünya başına yıkılmıştı. Amcasının oğlu Halil’in atın kafasına sıktığı tek kurşunu ta yüreğinde hissetmişti. Atsız kalınca da süvari birliklerine nakledilen arkadaşlarından ayrılmak zorunda kalmıştı. Herkesle teker teker vedalaşmıştı. Yusuf’la uzun süre sarılmışlar ayrılırken de:
         —Benden önce köye dönersen eşim, doğacak çocuğum sana emanet demişti.
         Deli bozuk oğlan da gülerek bir yıl sonra hep beraber köyde olacaklarını söylemişti. Hatta kendi atını da vurarak onun yanında kalmak istemiş ama zorla vazgeçirmişlerdi. Şimdi bir aydır buradaydı ne tanıdığı biri vardı ne de bir arkadaşı. Talim sırasında yırtınırcasına çalışıyor, bu süre içerisinde kafası biraz dağılıyordu. Günler günleri kovaladı ve üçüncü ayın sonunda hareket emri geldi. Önce Şam’a geldiler burada birkaç Arap şeyhi ile bazı çapulcuların isyanlarını bastırdılar. Çok geçmeden de Yemen’e sevk edildiler
          Hamit ne kadar zamandır burada olduğunu unutmuştu. Her gün yoğun bir İngiliz bombardımanına maruz kalıyorlardı. Bombardıman başladı mı kendilerini kumda kazdıkları siperlere gömüyorlardı. Arada bir de saldırılar oluyor bunlara karşı saldırıyla cevap veriliyordu. Rüzgâr çıktığı zaman ise bir felaketti, kazdıkları siperlerin yanı sıra ağızlarına, burunlarına da kum doluyordu. Gece gündüz arasındaki sıcaklık farkı ise bir felaketti. Gündüz yanan çöl havası, geceleri dondurucu bir soğuğa dönüşüyordu. Cephaneleri, yiyecekleri, suları kıttı. Şöyle bol suyla yıkanmayı öyle özlemişti ki.
          Yine böyle netameli bir gündü: Sabahleyin onar mermi dağıtılmış, süngüler taktırılmıştı. Askerin arasında bir taarruz edileceği, bir geri çek ilineceği rivayetleri dolaşıyordu. Birden sessizliği top ve makineli sesleri bozdu. Daha ne olduğunu anlamadan, komutanları kolağası Ahmet siperden fırladı:
         —Haydi, aslanlarım gidiyoruz diyerek;İleri doğru koşmaya başladı. Hemen ardından bütün bölük, ne olduğunu, nereye gittiğini anlamadan besmele çekerek, siperden fırladı, kolağalarının peşinden koşmaya başladı.
         Hamit daha on adım atmadan ayağında bir yanma hissetti, aldırmadı koşmaya devam etti. Sağında solunda koşan arkadaşları birer birer yere yığılıyordu. Birden göğsünde de keskin bir bıçakla bıçaklanmış gibi bir acı hissetti. İki adım atmadan aynı ağrıyı omzunda ve baldırında da hissetti. Bir ara acı neyse de hiç olmazsa şu yanma olmasaydı diye düşündü. Önce dizlerinin üstüne çöktü sonrada yere yığıldı kaldı. Acılarda, top ve tüfek sesleri de silindi gitti. 
           Gözlerini açtığında kendini bir sessizliğin içinde buldu. Kavurucu bir rüzgârın desteklediği sıcak bunaltıyordu. Vücudunun her yanı zonkluyordu. Başını hafifçe kaldırdığında ayaklarının üstünde, sağında, solunda cesetler gördü. Anladı ki ölü sanılıp ölülerin arasına bırakılmıştı. Birisi üzerindeki cesedi çekerek yana yatırdı, cesedin ceplerini kurcaladı, hiçbir şey bulamadı. Başucundaki adam ayaklarına kadar gelen bir entari giymişti. Adam ona doğru dönüp yaşadığını görünce, nereden çıkardığını görmediğini bıçağı kaldırıp saplayacaktı ki arkadan gelen bir ses onu durdurdu. Sesin sahibi yaklaştı, eğildi, yaralarına baktı. Bu birincisinden epey yaşlı ve sakallıydı. Adam onu belinden tutarak kaldırdı sırtına vurdu ölülere basmamaya dikkat ederek yürüdü. Hamit’in gözleri karardı ve yeniden bayıldı.
         Mezişha köyünden askerlerin ayrılmasının üstünden tam yedi yıl geçmişti. Bu yedi yıl içerisinde elliden fazlasının ölüm haberi gelmişti. Kimisi Yemende, kimisi Sarıkamış ta kimisi de Çanakkale de şehit olmuşlardı. Her haberde köy yasa boğuluyor ağıtlar yükseliyordu. Ateşler düştükleri yürekleri ne kadar yaksa da zamanla insanlar normal yaşantılarına dönüyorlardı. Tarlalar ekiliyor, kışlık odunlar kesiliyor, evlilik çağına gelmiş çocukların düğünleri yapılıyordu. Geriye dönenlerden, şhagumde Rasim’in bir ayağı kalçasından kesilmişti. Yusuf’ta dönenler arasındaydı o uçarı,  şakacı hali gitmiş durgunlaşmış ve olgunlaşmıştı.
           Dane yedi yıl boyunca hiç ümidini kaybetmeden bekledi. Hamit’in ölüm haberi geldiğinde de inanmadı. Hamit kendisine söz vermişti dönecekti. Bu nedenle kendisini evlendirmek istemelerine hep karşı çıktı. Birde oğlu olmuştu, her şeyini ona adamıştı.
          Yusuf arkadaşının ayrılırken dediği, “Ben dönesiye kadar Dane ve doğacak çocuğum sana emanet” sözlerini bir türlü unutamıyordu. Gözlerini her kapadığında arkadaşının hayali gözünün önüne geliyordu. Arkadaşı ölmüştü, bu durumda ne yapmalıydı. Günlerdir beynini çatlatırcasına bunu düşünüyordu. Sonunda kararını verdi. Dane ile evlenecekti.
           Bunu ailesine açtı, onlarda uygun gördüler. Bir akşam Hamit’in annesinin babasının ziyaretine giderek Allahın emriyle gelinlerini, oğullarına istediler. Onlarda münasip gördü. Abzağh köyünden Dane’nin ağabeylerini getirterek rızalarını aldılar. Durumu da hiçbir itiraza meydan vermeyecek şekilde Dane’ye bildirdiler. Dane yıkıldı, her tarafı uyuştu. Ağlamak istedi ağlayamadı. Sonunda bir hafta zaman istedi.
Bu konuşmaların olduğunun altıncı gecesiydi. Dane evde yalnızdı. Oğlu uyuyordu. Yüreği iyice daralmıştı. Dudaklarından, geçen yıl köye gelen seyyar destan okuyucunun söylediği türkünün nakaratları dökülmeye başladı.
          Mızıka çalındı, düğün mü sandın?
           Al yeşil bayrağı gelin mi sandın? 
           Yemen’e gideni gelir mi sandın?
  Dön gel ağam, dön gel, dayanamiyrem,
  Uyku gaflet bastı uyanamiyrem,
  Ağamın öldüğüne inanamiyrem.
         Dane'nin gözyaşları yanaklarından süzülüyor, türkünün nağmeleri etrafa yayılırken onlar tek tek yere düşüyordu. Birden dışarıdan Vurisin sesi geldi. Yedi yıldır bir kere bile hav demeyen köpek ortalığı yıkıyordu. Dane yavaşça yerinden doğruldu, başörtüsüyle gözyaşlarını sildi. Yüreği yerinden çıkacakmış gibi çarpıyordu. Yavaşça evin kapısını açtı, Vuris dış kapıya gidiyor tırmalayıp geri geliyordu. Dane’yi ayakları elinde olmadan dış kapıya sürükledi kapının sürgüsüne uzanan eli titriyordu. Kapıyı yavaşça açtı: karanlıkta seçilmeyen bir karaltı vardı Vuris karaltının üzerine atlamış elini ayağını yalamaya  başlamıştı. 
        Adam duyulur duyulmaz bir sesle:
        —Dane, Vuris diyebildi kelimeler boğazına düğümlenmişti.
        Hamit dönmüştü.
        Haber köye fırtına hızıyla yayıldı. Bütün köylü şhagumdelerin evinde toplanırken, bir atlıda diğer taraftan köyü terk ediyordu. Buda arkadaşına derdini, düşündüklerini anlatamayacak olan Yusuf’tan başkası değildi.
 
               
ORHAN OCAK   17.Ekim.2007-ESKİŞEHİR


GURBET GELİNİ
 
          Şimşek çaktığında her taraf gündüz gibi aydınlanıyordu. Karanlıkta sadece sesi duyulan yağmurun, bu kısa aydınlanmada ne kadar kuvvetli olduğu görülüyordu. Akşamdan başlayan yağmur gece yarısına kadar devam etmişti hiç dineceği de yok gibiydi. Sokakların arasından seller akmaya başlamıştı. Bu seller her yağmurda oluşurdu, yağmurun şiddetine göre büyüklüğü, geldiği ve gelirken de sürüklediği çamur miktarına göre de sarının tonlarındaki rengi belli olurdu.
          Hemen hemen her selde köyün en batı ucunda ki Nenaw’un evini su basardı. Her seferinde evi düzeltmek için yeni bir ev yapacak kadar uğraşırdı. Bu güne kadar kimse anlamış değildi evinin yerini niye değiştirmediğini.
            Köyün evlerinin çoğunluğu ağaçtandı, aralarında da sonradan yapılan birkaç tanede taştan örülmüş duvarları olan ev vardı. Hepsinin istisnasız ortak özelliği çatısız düz dambaşılı olmalarıydı, bu dümdüz damların üstü yörede çıkarılan ve çorak diye isimlendirilen açık mavi bir çeşit toprakla kaplanırdı. Bu toprak yağmurlu havalarda gevşer suyu tutamaz olurdu. Bunun için yağmur sırasında bütün köylü dam başların da devamlı duran ağaç veya taş silindiri gezdirerek toprağın oturmasını böylece de evlerin damlarının akmamasını sağlarlardı.  
           Şewoş İsmail eve girdiğinde her tarafından sular akıyordu. Evlerin, ahırın, samanlığın yuvaklarını çekmiş bazı yerleri de tamir etmişti. Yağmurdan korunmak için sırtına attığı palayı kapının arkasına bıraktı, kuzu postundan dikişsiz olarak yapılan kalpağını da çıkarıp kerevetin üzerine bıraktıktan sonra ocağın başına oturdu. 
           Odayı duvara asılı bir peneşun loş ışığı aydınlatıyordu. Adam ocağın yanına çökerek odunları biraz karıştırınca odanın aydınlığı arttı. Alevlerin yansımalar yaptığı suratında derin kaygılar vardı.
           Yaptığı tahta tekneleri satmak için sık sık gittiği sürüser de tanıştığı birinin oğluna kızını vermeye söz vermiş, bu sabahta bir yaylı at arabası ile iki kadınla bir adam gelerek kızı alıp gitmişlerdi.
          Bunu ailede kimse onaylamamıştı başta karısı olmak üzere herkes gurbete kız vermeye karşı çıkmıştı.  Herkes yüzüne karşı bir şey demiyor ama davranışlarından kendisine çok kırgın oldukları anlaşılıyordu.
          Ocakta şıwanlakonın üzerindeki şivanin içindeki su kaynamaya başlamıştı. Karısı sessizce odaya girerek suyun içine biraz tarhana döküp karıştırmaya başladı. Tarhana bitti sofrayı hazırladı, yemeklerini yediler ama bu süre zarfında da hiç konuşmadılar. Yatakta da hiç uyku girmedi adamın gözüne, yaptığı işten verdiği sözden çok pişmandı. Hele kızı Misas’in ayrıldığı sırada elini öperken saklamaya çalıştığı gözyaşları ile dolu olan gözlerini unutamıyordu. Ancak sabaha karşı biraz dalabildi.
           Misas’in gelin gittiği ev Sürüsar’in sonunda sırtını kayalara vermiş bir evdi. Avlusu 2–3 m yüksekliğinde duvarlarla çevriliydi. Sokağa açılan büyük bir borda kapısı ve bu kapının içinde ayrı olarak açılabilen birde küçük kapısı bulunuyordu.
           Misas uzun yıllar bu avludan dışarı çıkarılmadı. Kaynanası ve kayın babası ile yaşıyordu, aldığı terbiye gereği etraflarında pervane gibi dönmesine rağmen her nedense bir türlü yaranamamıştı. Dışarı çıktıklarında avlu kapısını üstünden kilitliyorlardı. Misas ailesinin hasreti ile yanıp tutuşuyor her gece rüyalarında köyünü anasını kardeşlerini görüyordu. 
             Yıllar bir birini kovaladı, aradan 5 yıl geçti bu süre zarfında babası bir kere amcası da iki kere gelmiş ama yalnız bir seferinde amcası ile görüşebilmişti. Diğerlerinde evde kimse olmadığından ancak avlu kapısının arkasından konuşabilmişti.
            Misas’in 5. yılın sonunda bir kızı oldu ismini Ayşe koydular. Misas onu kimse yokken gupse diye severdi. Çocuk olduktan sonrada ailenin durumu değişmedi. Hatta eziyetlerini kız doğurdu diye arttırmışlardı bile.
           İsmail bütün bunların haberini aldıkça içi içine sığmıyor, üzüntüden kahroluyordu. Artık Sürüsar’e de tekne satmaya gitmiyordu. 6 yılın sonunda misas’in annesi hastalandı ve ölmeden evvel kızını görmek istediğini söyledi.
           İsmail de böyle bir şey bekliyordu, kaç kere sürüser yoluna uzun uzun bakmış. gidip kızını alıp gelmek istemişti. Ama gururuna yedirip yapamamıştı 
           Hemen ertesi gün en iyi atlardan birini eğerletti kamasını taktı ve yola çıktı. Atını eğerleyen oğlu Mustafa her ne kadar:
           — Baba müsaade et ben gideyim dediyse de, duymadı bile.
            İsmail sürüsar’e ertesi gün öğle üzeri ulaştı.
           Kızının evine vardığında kapıların kilitli olduğunu gördü. Allah ne verdiyse koca kapıyı yumrukladı, yumrukladı. Biraz sonra kızının korkudan kısılmış sesini duydu.
           -Kim o?
           İsmail’in içi bir hoş oldu ama kendini çabuk toparladı.
            — Benim kızım, derken sesindeki heyecanı saklayabilmişti.
          Misas
          — Baba evde yoklar, bende de anahtar yok az beklersen birinden biri gelir dedi.
          Sözünü bitirir bitirmezde avlu kapısının kalın tahtalarına yaslanarak hıçkırarak ağlamaya başladı. İsmail kızının ağlamasını duyunca ne yapacağını şaşırdı, hırsından titremeye başladı. Tam geriye çekilip kapıya yüklenecekken, kızının kayınpederi Asım Ağa çıktı geldi. Elindeki asaya dayanarak zor yürüyordu. İsmail duyulur duyulmaz bir sesle “hoş geldin” dedikten sonra belinden çıkardığı bir anahtarla kapıyı açtı.
         Avluya girdiklerinde İsmail koşarak yanına gelip ellerine sarılan kızına:
        —Hemen hazırlan gidiyoruz dedi.
         Misas oyalanmadan içeri girdi, çok geçmeden de bir elinde kızı bir elinde de ufak bir bohça ile çıktı. Bohçayı yere koyarak beklemeye başladı.
         Tam bu sırada olanları komşuda öğrenen Misas’ın kaynanası da söylenerek geldi, doğruca gelinin yanına giderek üzerinde birkaç altının takılı olduğu şapkayı çocuğun başından çıkararak koynuna soktu. İsmail bunların hiç birine aldırmadı kızını önüne katarak avlu kapısına doğru yürüdü. Ne nereye gidiyorsunuz diyen oldu ne de durun diyen. Tam kapıdan çıkarlarken ihtiyar kadın arkalarından yetişerek Misas’ın elinde ki çocuğu kaptı ve söylenerek eve girdi.
         İsmail sadece ”Kuzusu geride kalan koyun meleyerek dönermiş” sözlerini anlayabildi. Kızını ata bindirirken kadının da adamın da böğürlerine birer kama sokmayı öylesine canı çekti ki, kendisini zor zapttetti.
         Misas’in aklı ise geride bıraktığı kızındaydı. Üç gün süren yol boyunca hiç konuşmadılar, Misas, yol boyunca babasına hissettirmeden sessiz sessiz ağladı.
         Gelini gittikten sonra her gün asım ağa gile komşularından bir kaç kişi geldi. Her gelen de dağlıların ne kadar zalim olduklarını anlattı, hele kızlarına yapılanları öğrendikleri gibi mutlaka geleceklerdi. Asım ağa öylesine korktu ki geceleri uyuyamaz oldu. Nihayet bir gün nesi var nesi yok, ucuz pahalı demeden sattı. Bir gece yarısı da  kimseye haber vermeden eşyalarını bir arabaya yükleyerek kasabayı terk etti.
          Bu olayın üzerinden tam 30 yıl geçmişti Asım ağa Sürüser den kaçarak yerleştiği Afyon da fazla yaşamadı. Oğlu Hüsrev bir daha evlendi, evlendiği kadının hiç çocuğu olmadı. Ayşe’yi kendi çocuğu gibi bağrına bastı büyüttü. Gerçeği de hiçbir zaman söylemediler. Ayşe okudu liseyi bitirdi birkaç yıl sonrada Afyon nüfus memurluğuna memur olarak girdi, orada tanıştığı Nebi diye bir delikanlı ile de evlendi. Nebi ile Ayşe’nin birkaç yıl sonra ikiz çocukları oldu. İkisi de oğlan olan çocukların sarı saçları ve çakır gözleri herkesi şaşırtmıştı. 
         Ailede bu yapıda kimse yoktu, şaşırmayan bir tek kişi Ayşe’nin ninesi Dudu kadındı. Çünkü bir tek o biliyordu çocukların kime benzediklerini.
         Ayşe’nin hayatını alt üst eden olay 1963 yılının Mayıs ayında gelişti. Her zaman ki gibi o Pazartesi günü de daireye gitmiş evraklarla uğraşıyordu. Gelenlerin hiç yüzüne bakmıyor uzatılan evrakları imzalıyor, mühürlüyor gerekli yerlere kayıt ediyordu. Bir ara eline gelen nüfus cüzdanın da ki Sürüser yazısı dikkatini çekti. Merakla başını kaldırıp cüzdanın sahibine baktı. Karşısında 70 yaşlarında bir adam vardı. Adama:
        — Amca sen Sürüserli misin diye sordu.
        Adam duyulur duyulmaz bir sesle:
        —Evet, kızım dedi.
        Ayşe adamın istediği kopyayı hazırladı, onayladı.     Evrakları uzatırken de gülümseyerek:
         — Ben de Sürüser liyim dedi.
         Adam şaşırdı, Ayşe’ye uzun bir süre baktı, gene gayet yumuşak ve korkak bir sesle:
         —Kimler densin kızım dedi.
         Ayşe biraz düşündü, hatırlamaya çalıştı, hatırlayınca da:
         —Hacı Hüsrevlerden gömleksiz Asım’ın kızıyım.
         Adam biraz daha dikkatli baktı,sonrada:
         — Ha dedi, sen şu çerkes gelinin kızısın o zaman.
          Adam sözünü bitirince cevabı da beklemeden uzaklaştı.
          Ayşe şaşırmıştı, bu Çerkez gelin de kimdi? Birden bir şey daha hatırladı, ilkokula gittiği sıralarda, bir kış günü annesi sobaya odun atmış sonrada kapağını açarak karıştırmaya başlamıştı, birden sobadan çıkan kıvılcımlar yerdeki halının ve üzerindeki elbisenin eteğini yakmıştı. Çok korkmuş ağlamaya başlamıştı. O sıra içeri giren ninesi annesine:
         —Dikkat etsene sakar karı Çerkez gelinin halısını da, çocuğunu da yakacaksın diye bağırmıştı.
          Ayşe o gün bu sözlere bir anlam verememiş unutmuş gitmişti, bu gün aynı sözleri ikinci defa duyunca baya afalladı. Çerkez gelin cümlesi beyninde dönüp durmaya başlayınca çalışamayacağını anladı izin alarak eve döndü.  
          Ninesi kapının önünde oturuyordu, 80 yaşını geçmesine rağmen hala dinçti. Torununun zamansız geldiğini görünce baya şaşırdı. Soru dolu bakışlarını torununa çevirdi.
          Ayşe ninesine fırsat vermeden olanı biteni anlattı ve bütün bunların ne olduğunu öğrenmek istediğini söyledi.
          Dudu nine de ne zamandır bunları torununa anlatmak istiyor ama nasıl yapacağını bilmiyordu. Her şeyi anlatıp torununu miras almaya göndermeyi düşünüyordu. Onun için bu fırsatı kaçırmadı olanı biteni ta baştan itibaren anlattı sonunda da;
          — Hiç vakit kaybetmeden git kızım git de hakkın olan mirası al onlardan, kocaman hükümet memurusun dedi.
          Ayşe duyduklarına inanamadı. Bir süre duyduklarının etkisinden kurtulamadı, sonra büyük bir öfkeye kapıldı ninesini parçalamak istedi bir an, sonra kendisini toparlayarak odasına gitti kendini yatağa atarak uzun süre ağladı. Kapısını da akşama kadar kimseye açmadı.
           Ertesi gün sakinleşmişti, ne yapacağını bilen insanların havası vardı üzerinde. Kocası Nedim’le konuştu ikisi de 10’ar gün izin aldılar. Bir gün sonrada çocuklarını da yanlarına alarak,
bir arkadaşlarından ödünç aldıkları bir araba ile annesini bulmak için yola çıktılar. Araba çok eski bir şavurleydi o devirde Afyon daki araba sayısı iki elin parmakları kadar ya vardı ya yoktu. Kocasının askerde şoför olması da ilk defa bir işe yarayacaktı.
          O akşam Emirdağ’ına vardılar. Gece orada kalıp aradıkları köye nasıl gideceklerini iyice öğrendiler.
          Ayşe sabahı zor yaptı, erken saatlerde de milleti kaldırarak, doğru dürüst kahvaltı yaptırmadan yola çıkardı.
          Gidecekleri yerle aralarındaki son köy olan Tenre Köyünü geçerek rampa yukarı tırmanmaya başladıklarında ikindi olmuştu. Başta yolun kıyısında görülen tek tük ağaçlar gittikçe sıklaştı, 10 dakika sonrada kendilerini sık bir ormanın içinde buldular. Yol yan yana uzanan bir tren yolunun rayları gibi gözüken iki patikadan oluşuyordu ama düzgündü. Ara sıra patikaların arasındaki otlar arabanın altına sürüyordu. Köye yaklaştıkça ağaçlar seyrekleşti ve aralarından anıza bırakılmış tarlalar gözüktü. Her tarlanın etrafı meşe ağaçları ile bir çit gibi çevriliydi. Ekilmemiş tarlalar dizi geçen otlarla kaplıydı. Bu otların arasındaki bziwulağhe (kuş tuzağı ) ile gök baş çiçekleri tarlaları bir renk şölenine çevirmişti. Tarlaların kıyılarında, bazende tam ortalarında yer alan beyaz papatyalarla, kırmızı gelincikler manzarayı daha da güzelleştiriyorlardı. Bazen de yemyeşil olmuş ekili tarlalara rastlıyorlardı.
          Yarım saatlik bir yolculuktan sonra nihayet köye ulaştılar. Köyün girişinde sağ tarafta bir mezarlık vardı. Mezarlıktan sonra hemen köye girdiler sağdaki ve soldaki ikişer katlı binaları geçerek köy meydanına geldiler. Bu evlerin yakın zamanda yapıldıkları belliydi. Çünkü çatılarındaki kiremitlerle, farklı yapılarıyla üstleri toprak örtülü ağaç evlerden çok farklıydılar.
          Köy meydanına gelip meydanın tam ortasındaki ahlât ağacının yanına gelip durduklarında arabanın etrafında nerden geldiklerini görmedikleri10–15 çocuk birikmişti.   Çocuklar fazla yaklaşmadan meraklı gözlerle bakıyorlardı. Köye senede iki veya üç kere motorlu taşıt gelirdi, Bu nedenle bu arabanın gelişi onlar için büyük bir olaydı. 
          Nedim arabadan inerek uyuşmuş ayaklarını açmak için bir iki adım attı, bir taraftan da etrafa göz gezdirdi. 20 M ilerde cami duvarının dibinde oturan birkaç adam gördü. Tam onlara doğru yürüyecekti ki, içlerinden biri kalkarak kendilerine doğru gelmeye başladı.
         Gelen adamı gören çocuklar “Yahyako emmi geliyor diyerek sağa sola kaçışarak kayboldular, evlerin kuytularına çekilerek meydanı gözetlemeye devam ettiler.
         Adam yanlarına gelerek “Hoş geldiniz” dedikten sonra onun bir şey demesine fırsat vermeden dertlerini anlattılar. Arkasındanda arabayı meydanda bırakarak adamın önderliğinde daracık bir sokaktan yukarı doğru çıkmaya başladılar. Nedim’in ikide bir geriye arabaya doğru baktığını gören Yahyako (Yahya’nın oğlu):
        —Meraklanmayın 10 yıl orada kalsa kimse ellemez diyerek onu rahatlattı.
        Çok geçmeden etrafı meşe ağacı dallarından yapılmış bir çitle çevrili bir avluya geldiler. Yahyako gene meşe ağacından yapılmış avlu kapısını açarak onları buyur etti. Avlunun kuzeyinde bütün kapıları güneye bakan bir ev vardı. Her odanın kapısı dışarıya açılıyordu ve evlerin önünde de boydan boya uzanan bir veranda vardı.
         Yahyako verandanın bir köşesinde kurulu olan halı tezgâhının arkasındaki kadına seslenerek:
         —Nise haçeğher şüeğ ( Gelin misafirleriniz var ) dedi.
        Tezgâhın arkasındaki kadın hemen kalkarak tezgâhın arkasından çıktı uzun boylu, gençliğinde çok güzel olduğu anlaşılan yaşlıca bir kadındı. Bir taraftan üzerinde kalmış yün parçalarını silkelerken:
          —Kereblâğeh, kereblâğeh. (Buyursunlar, buyursunlar) diyordu.
          Kısa zamanda haber köye yayıldı. Misas’ın 30 yıldır kayıp kızı gelmişti.
          Gece bütün akrabalar toplandı. Ayşe herkesle tanıştı, herkesi çok sevdi. Ne yazık ki dedesi ve annesi ölmüşlerdi.
          Şewoşlar misafirlerini bir hafta bırakmadılar. Bu süre zarfında her akşam bir akraba tarafından davet edildiler.   
          Gündüzleri de köyü gezdiler. Dedesin ile annesinin mezarlarını ziyaret ettiler. Her kesten bol bol annesini dinledi, dayılarının onu bulmak için ne kadar uğraştıklarını öğrendi. İkizlerse köyü çok sevmişlerdi kendi akranları bir sürü arkadaş edinmişler bir hafta boyunca da hiç eve girmemişlerdi.
           Nihayet ayrılık günü geldi tanıştıkları herkesle vedalaştılar. Ayşe kısa zamandaki gözlemlerine ve içgüdülerine dayanarak arabanın ön kısmına kocasının yanına binmedi arkaya çocuklarının yanına bindi.
            Köyden çıktıkların da Ayşe’nin yüreğinde 3 ayrı fırtına esiyordu. Akrabalarını geçte olsa tanıdığı için mutluydu. Annesini dedesini göremediği için üzgündü ve son olarak ta bütün bunlara sebep olanlara karşıda öfkeliydi.
13-EYLÜL–2008 Eskişehir.
Orhan OCAK


 
       ARABİSTAN'DA GELEN AYRILIK

         Şapsığlar, Kuzey Kafkasya'da Karadeniz kıyısındaki en büyük gruplardan olan Adıgelerin bir parçasıdır. Jugba ve Şahe Irmağı arasındaki bir bölgede yaşarlar. Bu bölge asıl Şapsuğ veya
Küçük Şapsuğ olarak adlandırılır. Kafkas Dağlarının kuzey eteklerinde Anthir, Abin, Afips, Bakan, Şips ve diğer akarsuların bulunduğu bölgeye ise Büyük Şapsuğ denir.
           Çarın Kafkasya naibi olarak atadığı kardeşi Grandük Mişel, 1864 Ağustosunda Batı Kafkasya sakinlerine şu fermanı tebliğ etmişti: ''Bir ay zarfında Kafkasya terk edilmediği takdirde, bütün nüfus savaş esiri olarak Rusya'nın muhtelif mıntıkalarına sürülecektir:" (Berkok, 526).
          işte bu yüzden, esaret ve tabiiyeti en büyük şerefsizlik addeden Çerkesler, güzel vatanlarını terk etmeye mecbur kalmışlardır.

        Bu büyük zorunlu göç sırasında gemilerle İstanbul’a gelen şhapsığlar dan bir grup Adapazarı’na yerleştirilir(1864). Bir müddet burada kalan bu şhapsığların bir kısmı devlet politikası, aynı bölgedeki göçmen sıkışıklıkları nedeniyle Anadolu’nun çeşitli yerlerine dağıtılırlar. İçlerinde şevoşların da olduğu bir gurupta Eskişehir le Afyon sınırında ormanlık bir alana yerleştirilirler(1880 ). Bu yerleşim alanına da Ağlarca ismi verilir.
        Ağlarca’ya yerleşen bu gurubun içinde şevoş Mehmet’te vardır. Mehmet kısa zamanda çalışkanlığı ile yerini yurdunu genişletir. Bu gün Topakların Yerleştiği alanlara, Hörü yengenin şimdi oturduğu yerlere yerleşim binaları kurar. Köyün kıyılarında birkaç yerde de hayvanlar için ağıllar yaptırır. Bu arada tıknaz boyu ve toplu yapısından dolayı çevre köylerce Topak diye anılmaya başlanır.
          Mehmet’in işleri yolundadır ama yalnızdır akrabalarından kimse yoktur. Bir gün Adapazarı’na gider ve amcasının oğlu aynı zamanda da akranı ve çok samimi arkadaşı İsmail’i ailesi ile birlikte alır gelir. İsmail ağlarca da fazla kalamaz geri döner. Mehmet bazı zorlayıcı tedbirlerle onları geri getirir ve bu günkü Hasan Yener’in oturduğu evlere yerleştirir. Soyadı kanunundan sonrada TOPAK soyadını alırlar. (İsmail’in torunları çok sonraları soy isimlerini değiştirerek YENER soyadını almışlardır.)
         Mehmet’in Hasan ve Osman isminde iki oğlu vardır. Osman hicri 1288(miladi 1870)** doğumludur ve Ağlarca ya geldiklerinde 9–10 yaşlarındadır.
        İşte haberimiz veya belgeselimizde diyebiliriz. Osman Topak’ın hayatından dramatik bir bölümü anlatmaktadır.
Osman çok çalışkan biriydi, babasının temelini attığı hayvancılığı geliştirdi. Köyün kıyısındaki ve orman içindeki ağıllar onun zamanında hayvanla doldu. Askerliğini yaptıktan sonra Ğunepezadenin kızı Kezban teyzeyle evlenir. Mehmet, Musa, Habibe, Nasibe, Mükerrem isimli çocukları olur. Oğulları Mehmet’in Gelibolu da askerliğini yaparken denizde boğulması, onlara çok dokunur. Kezban teyzenin kalbi bu olaydan sonra teklemeye başlar.
        Osman tüm çocuklarını evlendirmiş. İşleri yoluna koymuş, o arada uzak akrabalarından yetim kalmış dilsiz ve sağır(bzâko) Ayşe isimli bir kızı da evlat edinmiştir.Ayşe zamanla Osman amcayı babası bellemiş onu babası gibi sevmiştir.
80 yaşına geldiğinde yıllardır içinde bir uhde olarak sakladığı hacca gitme görevini yerine getirmeye karar verir. Yıllar önce babası ile ağabeyi Hasan hacca giderlerken onlara çok özenmiş ama bir kişinin ailenin, malın, maşatın başında kalması gerektiğinden onlarla gidememişti. Onları Afyon dan bir deve kervanı ile birlikte yolcu ederken bir gün kendisininde bu yolculuğa çıkacağı yolunda karar almıştı.
             Osman hacca gitme kararını karısına açınca o da gelmek ister her ne kadar uğraştıysa da onu bu kararından vaz geçiremez. Sonunda beraber gitmeye karar verirler. Kısa zamanda hazırlıklarını tamamlarlar. Evlatlığı Ayşe’yi de 6 aylık nafakası ile birlikte Ayşe’nin dayısı Şhagumde Kazım Balık’a (Bluğ) bırakırlar.
             Nihayet yolculuk günü gelmişti. Onları Emirdağ’ına kadar götürmek için Emirdağlı damadı  at arabasını koşarak hazırlar. Osman Topak’ın torunu Asaf Topak’ın öğretmen olan eşi Hacer Topak onlarla birlikte İstanbul’a kadar gidecek, iki ihtiyarı gemiye bindirip dönecektir.
          Eş, tost ve akrabayla vedalaşarak Han köyü üzerinden,Emirdağ’ına doğru yola çıkarlar. Daha yolculuğun başında ilginç bir olay olur: O zamanlar bu gün Akçanlar’ın evlerinin önünde dik bir rampa vardı. Köyün en kuvvetli atları bu rampayı çıkmamakta direndiler, oysa her gün kullandıkları bir yoldu.

          Sonunda geri dönerek sürüser yolu ile Erten Köyünden dolaşarak gittiler.
          Emirdağ’ın da yapılan sağlık muayenelerin de Kezban teyzenin kalbi zayıf bulunur ve gerekli raporu alamazlar. Kezban teyze o kadar israr eder ki damatları Şükrü Değerli araya hatırlı kişiler koyarak kayınvalidesinin sağlık raporunu alır.
Ertesin gün Afyon’a giderler ve valilikte pasaport işlerini hallederek, iki gün süren aktarmalı bir yolculuktan sonra İstanbul’a ulaşırlar. İhtiyarları bu günkü Emin önünde bir otele yerleştiren öğretmen Hacer en seri şekilde gemi bileti, yolculuk nevaleleri gibi ihtiyaçları giderir
         Bu arada otelde Adapazarlı  genç bir Çerkez hoca ile tanışırlar. Osman amca onunla yolculuk sırasında kendilerine yardımcı olması hususunda, belirli bir ücret karşılığında anlaşır.
         Birkaç gün sonra da yolcularını gemiye bindiren Hacer öğretmen geri döner.
          Osman amca ile Kezban teyze şaşkındırlar. Karadağ’ı geçince aaaaaaa Karadağ’ın ardında da köy varmış denildiği bir zaman ve ortamdan çıkarak bu kadar büyük değişikliği bünyeleri kaldıramıyordu.
         Ambarlara indiler mi bunalıyorlar, güverteye çıktılar mı deniz tutuyordu.  
         
        Günlerin sayılarının unutulduğu uzun yorucu aktarmalı yolculuklardan sonra nihayet Mekke’ye gelirler.
         Son geldikleri araçtan indiklerinde Kezban teyze kendisini pek iyi hissetmiyordu.Onu ilk buldukları bir gölgeliğe oturttular. Bir ara Kezban teyze ileriden geçen şerbetçiyi göstererek şerbet istedi. Osman amca şerbetçinin yanına gitti önündeki birkaç kişiyi bekledikten sonra bir tas şerbetle geri geldiğinde yaşadığı müddet içerisinde hiç unutamayacağı manzarayı gördü.
Kezban teyze elleri açık vaziyette,başı hafifçe yana bükülmüş yatıyordu. Başında da bir kalabalık birikmişti.
Kısa sürede sağlık görevlileri geldiler ve Kezban teyzenin kalp yetmezliğinden öldüğünü söylediler.
           
     Osman amca bundan sonra ne yaptığını bilmeden rüyadaymış gibi dolaştı. Millet nereye gittiyse o da onlarla gitti. Şerbetle geri döndüğünde Adapazar’lı hoca da kaybolmuştu. Cenazeyi bir camiye götürdüklerini defin için kendisinden 8 İngiliz altını aldıklarını hayal meyal hatırlayabiliyordu. Altına çevrilmiş paralarının çoğunluğu kezban teyzenin belindeki kuşaktaydı. Onlarda arada kaybolup gitmişti.
           Gidişteki zor yolculuktan bin kat acı ve zor bir yolculuğu tamamlayıp döndüğünde köye girmeden evvel at arabasını kullanan damadına arabayı durdurttu: Uzun uzun seyretti. O kadar gezdiği yerlerin hiç birinde yoktu bu güzellikler.
Kafasını çevirip arabanın içinde köyden çıkarken Kezban teyzenin oturduğu boş yere uzun uzun baktı. Azıklarının olduğu halı heybeyi sımsıkı kavramış olarak oturuşunu hatırladı. Şimdiye kadar zapt ettiği gözyaşları önce iki damla olarak, sonrada arka arkaya beyaz sakallarının üzerine döküldüler.
        Biraz kendini toparladıktan sonra eliyle damadının omzuna dokunarak sürmesini işaret etti.
           Hacı Osman Topak, isminin başına hacı lakabını almış, ama hayat arkadaşını kaybetmiş olarak,Uzun yıllar yaşadı. Torununun torunlarını gördü 6. kuşak nesli ile aynı köyde yaşadı. Öldüğünde 98 yaşındaydı. Allah mekânını cennet etsin.  
                                          Hazırlayan===Orhan  OCAK
  
 
 


         ACI HATIRALAR   
        Köyden ayrılalı tam elli yıl olmuştu.
         Bu nedenle gideceğim yere yaklaştıkca, ayağım uyuşuyor, alnımda boncuk boncuk terler oluşuyordu. Ben ayrılırken tozlu bir at arabası yolu olan bu yol, sık bir ormanın içinden geçiyordu. Şimdi  İse asfaltlanmış ama etrafta gölgesine sığınılacak tek bir ağaç kalmamıştı.
       Rakım yükseldikçe hava serinlemeye başlamıştı. Arabanın camını kapattım, ayağımı gaz pedalından azıcık çektim. Sonunda köy göründü, bir an geriye dönüp kaçasım geldi. Göreceklerimle hatırlayacaklarımdan korkuyordum sanki. 
         Şimdilerde hiç insan yaşamamış görüntüsü veren yıkılmış, harabeye dönmüş evlerin arasından geçtim. Anımsadığım kadarıyla kendi evimizin bulunması gereken yere ulaştım. Gördüm ki asırlık ardıç ağaçlarından yapılmış bina çökmüş, avlu duvarları yıkılmıştı. Anlatılanlara göre dedem bu evi, evin olduğu yerdeki ağaçları keserek yapmıştı. Ardıç tomrukları uç uca getirilmiş, köşelerden de birbirine geçirilmişti. 
         Hatta hayvan ahırlarındaki direkler yerlerinden hiç kesilmeyen ağaçlardan oluşturulmuştu.
         Arabadan indiğimde ayaklarım titriyordu. Şimdi bile çok iyi hatırladığım binek taşına çöktüm.
         Bir sigara çıkarıp yaktım. Derin bir nefes çekerek gözlerimi kapattım. Köyümün elli yıl önceki halini düşündüm.  
        Köyümüz çevrenin en kalabalık köylerindendi. İçine girinceye kadar ağaçların arasından fark edilmezdi. Sokakları düzgündü. Evlerin içi ve dışı yöreden çıkarılan bir çeşit beyaz toprakla sıvanırdı. Herkes, her gün evinin önünü süpürüp temizlediğinden bütün köy tertemizdi. Her evin önünde bir bahçesi vardı. Bahçelerin evlere yakın tarafları, sundurmaların kenarları renk renk çiçeklerle donatılırdı. Bahçenin ekilen ana bölümünde mısır ve kabak yetiştirilirdi. Büyüyen mısırlar insan boyunu aşar, esen rüzgârda hışırdayarak salınırlardı. Hasat zamanı geldiğinde, toplanan mısırlar, genç kız ve erkeklerin birlikte yaptıkları çalışmayla koçanlarından ayrılır, kurutulur, el değirmenlerinde öğütülürdü. Gençler bu çalışmalar sırasında birbirleriyle şakalaşır, yüreklerini tatlı tatlı çarptıran kaşenlerine lokma göndererek duygularını belli ederlerdi. Kabaklar ise toplandıktan sonra kabukları soyularak uzun dilimlere ayrılır, kış boyunca tatlısı yapılarak yenmek için iplere dizilerek kurutulurdu. 
         Evlerin arka bahçesi ise hayvanlara, arabalara ayrılmıştı. Burada, büyük baş hayvanların damı, samanlıklar olurdu. Atların tavlası arka bahçenin mutlaka en iyi yerinde bulunur, bu tavlanın bir bölümü ise koşum takımları ve eğerler için ayrılırdı. 
         Kavak ağaçları birbirleriyle yarışarak yukarıya doğru tırmanmaya çalışırlardı. Hele gece gündüz durmadan, şarıldayarak akan köy çeşmesinin başında bir tane vardı ki! Hiç kimsenin kavağı onunla boy ölçüşemezdi.
          Birden aklıma gelmişçesine gözümü açtım, hayal dünyasından uyandım. Korkarak köy çeşmesinin olduğu yere baktım. Gördüğüm koskoca bir boşluk oldu. Bazı şeylerin simgesi haline gelmiş olan koca kavak artık orada yoktu.
          Sigaramdan derin bir nefes daha çekerek gözlerimi tekrar kapattım. Özlemle o güzelim günlere yeniden döndüm.
Bizim evimiz köyün en sonundaydı. Hemen arkasında çok gür bir orman başlar, sanki sonsuzluğa kadar uzar giderdi. Üç amcamda aynı avludaydı. Her birinin evleri ayrı ayrı ama yan yanaydı. Hepsinin önünde de sundurmaları vardı. Dedemin evi ise onlardan ayrıydı. Sokak kapısına daha yakındı. Önünde üç-dört merdivenle çıkılan bir terası, bitişiğinde de haçeşimiz yer alırdı, burada konuklarımız ağırlanırdı.
          Dedem yemeklerini kendi odasında yerdi. Misafirlerin dışında, benden  başka hiç kimse sofrasına oturamazdı. Aile bireylerinden birisi onun hizmeti ile görevliydi. Benim en büyük görevim ise; dedem abdest alacağı zaman su dolu ibriği götürmek, havluyu omzuma atarak, babam dan  gördüğüm gibi ellerimi kavuşturup beklemekti.
          Göçün ilk yıllarında komşu köyler bizleri, meralarına ortak olacak göçmenler olarak gördüler ve pek sevmediler. Bu nedenle komşu köylerle bazen çatışmalara varan anlaşmazlıklar çıktı. Ama zaman içerisinde bütün bunlar giderildi. Huzur içinde yaşam devam ederken birçok konuda köyümüz örnek alındı.
          Dedem Ale’nin, Yahya Bey’in, Delisimayilin. Sefer Bey’in isimleri yayıldı. Bu kişiler çevredeki çoğu anlaşmazlıklara aracı oldular, sevildiler, sayıldılar.
          Birde avcı Hamzat  vardı köyümüzde. Tüfeğini omzuna asıp, atına atlayarak gittiğinde dönüşü bazen haftalar sürerdi. Ağabeylerim gider onların hayvanlarına bakar, odunlarını keser, kısaca ailenin tüm ihtiyaçlarını giderirlerdi. Hamzat da av dönüşü getirdiği av etlerini köye dağıtırken aslan payını bize ayırırdı. Bir gün çıktığı avdan hiç dönmedi. Anlatıldığına göre yıllardır geyiklere pusu kurduğu yerde, tüfeği elinde ölü olarak bulunmuştu. 
         Evimizin arka bahçesindeki ahırların duvarlarının dibine yemlikler yerleştirilmişti. Avlunun diğer bir köşesine de çok miktarda büyük yassı taşlar konulmuştu. Dedem yılkının köye geleceği günleri bilirdi sanki. Köylüler dedemin yılkının başındaki şığuj “aygır” la iletişim içinde olduğunu söylerlerdi.
          Yılkının geleceği gün avluda büyük bir koşuşturma başlar, yemlikler arpayla doldurulur, taşların üstüne tuz serpilirdi. Dedemin anlattığına göre atlar en çok tuz için gelirlermiş.  
         Önce köyün kuzeybatısındaki iki dağın arasındaki boğazdan bir uğultu yükselir sonrada köyün içini at kişnemeleri, toynak sesleri ve toz bulutu kaplardı. Avlunun tahta kapıları sonuna kadar açılır, bir komutanın emrindeki askerler gibi düzenli bir şekilde avluyu doldururlardı. Onlar yemliklerin ve tuzlanın başına geçerken, en sonradan avludan içeri şığuj girerdi. O hiç yeme, tuza bakmaz, başı havada kulaklarını dikmiş atları gözetlerdi. Bu beyaz aygır benim gözüme çok heybetli görünürdü.
         Dedem, O’nu kapının girişinde karşılardı. Aygır kesik kesik kişneyerek dedemin yanına gelir, burnunu dedemin omzuna, sırtına sürer, bazen de dedemin kalpağını yere düşürürdü. Dedem de cebinden çıkardığı bir avuç kuru üzümü aygıra eliyle yedirir, boynunu okşar, onunla konuşurdu.
         Şiğuj sürüye kimseyi yaklaştırmazdı. Hayvan satılacağı, koşumluk atların seçileceği zaman, bu işi ancak dedem halledebilirdi. Şiğuj at sürüsünü bir çoban gibi güderdi. O sürünün başındayken, değil kurt kuş sürüye insan bile yaklaşamazdı.
         At hırsızlığının moda olduğu günlerde, sürümüzden at çalmak isteyen iki hırsız, kendilerinin sonradan anlattığına göre şiğujın elinden zor kurtularak bir ağaca tırmanmışlar, oldukça uzun bir sürede orada tünemek zorunda kalmışlardı.
         Köyümüzde koyun ve kuzu sesleri kesilip, o günün işleri bittikten sonra, bastıran gecenin sessizliğini pşine sesleri bozardı. Pşine sesine kimi zaman kaşenine seslenen bir aşığın voredi, kimi zamanda düğüne başlayan gençlerin neşeli dejüvleri eşlik ederdi.
          Aradan günler geçti ailedeki bazı olaylar, olayların getirdiği genç ölümler dedemi iyice yıprattı. Ailenin idaresini de büyük amcam ele aldı.
           Bir gün Şiğujı dört taraftan boynuna geçirilen iplerin arasında getirdiler. Aygır özgürlüklere vurulan zincirlere isyan edercesine şahlanıyor, sıçrıyor ama boynuna geçirilen iplerle baş edemiyordu. Amcam bir takım insanlarla görüştü, pazarlık yaptı, anlaştı. Onlarda atı alıp götürdüler.
          İşte o günü hiçbir zaman unutamam. Dedem şimdi benim üzerinde oturduğum binek taşına sırtını vermiş, sessizce oturuyordu. Yanına vardığımda, o dağ gibi adamın gözyaşlarının, bembeyaz olmuş sakallarına kadar indiğini gördüm. Olanca içtenliğimle:
          —Ne oldu tetej neye üzüldün? Diye sordum. 
          Dedem uzun uzun bana baktı, ellerimi ellerinin arasına aldı. Fark ettim ki elleri titriyordu. Zorlukla duya bildiğim bir ses tonuyla;
          —Şiğuj gitti oğul, şiğuj gitti dedi.
         Sonrada kendi kendine konuşur gibi:
          —Direniş bitti çözülme başladı, kim bilir daha ne değerlerimiz gidecek? Onlara ağlıyorum dedi.
          Hep düşünüyorum ve kendime soruyorum. Dedemin o zaman yok oluşuna gözyaşı döktüğü değerlerin bugünkü durumu bizlere de aynı gözyaşlarını döktürmüyor mu?

       Orhan OCAK
     Ağlarca ESKİŞEHİR
     3. Ekim. 1998   

 


 

 ETREFIMIZDA ANLATILAN MASALLAR 

         Çocukluğumuz da anlatılan masalları bu gün
dünya masalları ile karşılaştırdığımda bir paralellik görüyorum.  
        Mitlere dayalı olarak, Danimarka'da, Yunanıstan'da, Türkiye'de anlatılan masallarda hep aynı olgular değişik biçimlerde işlenmiş.
       Şu anda bu etkileşime yorum getirecek bilgi ve donanıma sahip değilim.
       Şimdilik ninelerimizin bize anlattıklarından derlediğim masalları yazabiliyorum.
       Eğer sizin de kulağınızda takılı kalmış bu tip masallar varsa memnuniyetle paylaşırız.


 



 



          
UZUNKIZ    
 
           Ağlarca, sırtını, dağların yamacına vererek kurulmuş şirin bir köydür. Doğuya doğru giden bir yol, tıku den, pinarlıktan ve kızıl bayırı geçerek Hana doğru uzanır, ikinci yolda köyün güney batısından çıkarak, sırasıyla, Harmanardı, Karaağaç, Kanakdere, Kayıtame mevkilerinden geçerek Kayı köyüne ulaşır.   
            Bir üçüncü yolda köyün mezarlığını soluna alarak köyden çıkar, nezerli, mısırlık, ertenışha mevkilerinden sonra Hanerten mahallesine ulaşır. 
            Birde boğaz denilen yerden ormanın içlerine giden bir yol vardır. Bu yol birbirini takıp eden dağların arasında uzanıp giden bir vadidir. İki taraftaki dağların sarp yamaçları çam, ardıç ,meşe ormanlarıyla kaplıdır.
            Bir zamanlar bu vadiyi yaylıma salınmış yılkıların nal sesleri ve kişnemeleri doldururdu. Sonraları ise bu seslerin yerini kaçakçı arabalarının tekerlerindeki tiz çan sesleri aldı. Şimdi ise sadece köyün sığırlarını yaylıma giderken geçtikleri,çenderek rüzgârının ağaç yapraklarına ıslık çaldırdığı bir yer oldu.
            İşte hikâyemiz bu yolun başında başlar. Bu yol takip edildiğinde, bir km sonra Sarıbel mevkiine gelinir. Burası ormanın ortasında koskoca bir çimenlik alandır. Dağlar burada üç kola ayrılırlar, aralarında ince birer vadi bırakarak, Bu vadilerin iki kenarlarına sıralanarak giderler. Vadilerden sol taraftakine girilip ilerlemeye başlandığında ormanın vadiyi de kapladığı görülür. Tüm ormanın içi hercai menekşelerle bir de hiç bir yerde görmediğim, yöre halkının kukumav çoakhe (baykuş ayakkabısı) dediği çiçeklerle kaplıdır. İlerlemeye devam edildiğinde bir fundalık alan çıkar karşınıza. Yöre halkınca şeni denen bu fundalıklardaki sert ama ince çalılar, her yaprak dökümünde köylerden guruplar halinde gelen gelin, kız ve kadınlarca toplanırdı. Köye götürülen bu çalılar kurutulduktan sonra bağlamlar halinde sıkıca bağlanır, harman yerlerinin, avluların ve sokakların süpürülmesinde kullanılırdı.
           Hemen bu fundalıklardan sonra Göktepe’nin sık ormanlarla kaplı yamaçları başlar. Tepeye çıkıldığında ise ağacın değil bir çalının bile olmadığı bir düzlük ve durmadan esen bir rüzgârla karşılaşırsınız. Bu rüzgâr hem soğuk hem kuvvetli, aynı zamanda da dört mevsim durmadan esen bir rüzgârdır.
           Düzlüğün orta yerinde bir mezar görürsünüz, normal mezarlardan biraz uzunca bir mezar.
           Bu uzun kızın mezarıdır.

           Uzun yıllar önce bu tepe,  Nurhak diye bir beyin yayla alanıymış. Bu beyin malı mülkü çokmuş. Her yaz buraya gelir yerleşir sonbahar sonuna kadar kalırmış. Beyin Sarıcakız diye dünya güzeli bir kızı varmış. Kız çok güzelmiş ama boyu normalden uzunca olduğu için ne sevdiği nede seveni varmış.
           Günlerden bir gün o çevredeki köylerin birinde çobanlık yapan Çakır’nın yolu tepeye düşmüş. Ormanda gezintiye çıkan Sarıcakız ile karşılaşmış. İki gencin gönülleri birbirine kaymış.
           Haber kısa zamanda etrafa yayılmış, tabii doğal olarak ta bey de duymuş. Köpürmüş, küplere binmiş. Her ne demiş ne yapmışsa da kızının kalbinden çobanı çıkartmayı becerememiş. Son çare adamlarını gönderip çobanı öldürtmek istemiş ama her seferinde çoban Allah’ın yardımıyla kurtulmuş. Çobanın Arap ve Çopar isimli köpekleri çobanı koruyorlarmış. Olaylar bu yolda geliştikçe beyin adı kötüye çıkıyor çoban ise efsaneleşiyormuş.
           Beyin İlyas diye bir  kölesi varmış. Bu adam beye: Hem beyin itibarını kurtaracak hem de sevenleri birbirinden ayıracak bir akıl vermiş.
           Bu akıla göre bey çobandan altından kalkamayacağı bir  başlık parası isteyecekmiş. Çoban bu istekleri yerine getiremeyeceğinden bu mesele hallolaçakmış.
           Bu aklı beğenen bey hemen haber salmış. Yüz sığır beş yüz koyunu başlık olarak getirsin kızı vereceğim demiş. Bu haberle çoban yıkılmış, bu kadar malı bulmasına imkân yokmuş. Haber çabuk yayılmış etrafa, beye kızan çevre köylüleri bir olmuşlar, beyin  istediği başlığı hazırlayarak çobanın önüne katmışlar. Çobanda ertesi gün sürüyü önüne katarak beye götürmüş. Bey gözlerine inanamamış, inanamamış ama sözünde de durmamış, yeni şartlar öne sürmüş. Çoban onu da yerine getirmiş. Bey her seferinde yeni şartlar öne sürüyor. Çobanda her seferinde tanrının ve köylülerin yardımıyla yerine getiriyormuş. Bey sonunda olmayacak bir şey isteyerek bu işe son vermek istemiş.
          Çobandan kırk günlük mesafedeki, insanların rahatça içinden geçebildikleri delikli taşı getirmesini istemiş. Çoban çaresiz yollara düşmüş kırk gün kırk gece yol almış delikli taşa ulaşmış. Ulaşmış ulaşmasına ama gördüğü şey karşısında çaresiz kalmış. Bu delikli taş muazzam bir kayaymış. Oturmuş başına kara kara düşünürken yanına beyaz sakallı bir ihtiyar gelmiş. Derdini sormuş.  O da olanı biteni ta baştan bir bir anlatmış. İhtiyar delikanlının omzuna elini koymuş. Ona kayanın yanındaki, bilek kalınlığında bir meşeyi göstererek:
           — Bak oğul, bu meşe biz bildik bileli burada durur, ne büyür ne de kurur. Bu meşeyi kes, kabuğunu soy ama ucunda yumruk büyüklüğünde kökü de kalsın, yaptığın bu sopayı on dokuz gün boyunca ateşe uzaktan göstererek kurut. Sonrada delikli taşa tak, vur sırtına git. Demiş ve uzaklaşmış.
          Çoban pek inanmamış ama çaresizlikten ihtiyarın dediklerini yapmış. On dokuzuncu günün sonunda da ya Bismillah diyerek sopayı taşa geçirmiş ve sırtına vurarak yola çıkmış, 
          Öte yandan artık çobandan kurtulduğuna inan bey onu unutmuştu bile. Bir gün adamları bir haber getirmişler, çoban delikli taşı sırtına vurmuş getiriyormuş, on güne kalmaz yetişirmiş.
          Bey bu sefer kaçamayacağını anlamış ve kızını kölesi İlyas ile evlendirmeye karar vermiş. Bu işi de çoban gelmeden bitirmek için hazırlıklara başlamış.
          Saruca kız bunu duyunca çok üzülmüş, son ana kadar Çakıroğlan’ın gelmesini beklemiş ama gelen giden olmamış. Sarıcakız İlyas ile evlenmektense ölmeyi tercih ederek, pinar yaprakları ve çeşitli otlardan yaptığı zehri içerek canına kıymış.
          İşin buralara geleceğini düşünemeyen babası çok üzülmüş, onu çok sevdiği bu dağların en şatafatlısı olan Göktepe’nin en yüksek yerine gömmüş.
           Hemen o günün akşamı da çoban  Değneğe takılı duran delikli taşla. çıkıp gelmiş ama duydukları onu yüreğinden vurmuş. 
           Değneğe dönerek:
           — Beni sevdiğime kavuşturamadınız, bundan sonra inşallah başka insanların dertlerine derman olursunuz, demiş,
           Değneğin ucundaki taşı bir tarafa, değneği bir tarafa fırlatmış.
           Delikli taş Ağlarca Köyünün merasındaki kili mevkiine düşmüş.
           Değnek ise Afyon taraflarına uçmuş gitmiş.
           Garip çobanda kendini dağlara vurmuş. O günden sonra onu kimse görmemiş ama o dağlarda kimsenin hayvanına da zarar gelmemiş.
           Göktepe'de de öyle bir fırtına esmeye başlamış ki taş üstünde taş bırakmamış. Bu sert fırtınalar sadece Sarıcakız’nin mezarına zarar vermemiş. Bey ve ailesini de o günden sonra gören olmamış.
           Bu anlatı ne kadar doğrudur, ne kadarı yaşanmıştır bilinmez ama ben bu anlatıyı dinledikten sonra çevrede yaptığım araştırmalarda şu tespitleri yaptım.
           1-  *Kili mevkiinde bir delikli taş var. İnsanlar hala ziyaret ederler. Çocukluğumuzda iki tür işlevi vardı bu delikli taşın. Birincisi: Zorda kalanlar o zorluğu atlattıklarında çocukları delikli taşa götüreceğim der adak adarlardı. Dilek gerçekleştiğinde mutlaka bir horoz kesilerek yemek hazırlanır ve delikli taşın yanında çocuklara yedirilirdi. Bu yemeklerin bir özelliği vardı, herkes kaşığını kendi götürürdü. Delikli taşın ikinci işlevinde ise, hastalar, çocuğu olmayanlar gibi dertlerden muzdarip olanlar, gene bir horoz keserek yemek hazırlar, çocukları delikli taşa götürürlerdi. Yalnız bu sefer çocuklar yemek yerken hasta delikli taştan geçirilir başındaki ağaca da bez bağlanırdı.
            2-** Çevrenin bütün çobanları değneklerini genç meşelerden yaparlar, ucunda yumruk büyüklüğünde kök bırakırlar ve değneği ateşle sertleştirirlerdi. Bu bugün de böyledir.
            3-*** Çok uzun yıllar hikâyenin geçtiği bölgede hiçbir hayvan kaybolmamış ve telef olmamıştır.
            4-****Göktepe’nin tepesinde yaz kış hızını kesmeyen rüzgâr esmeye devam etmektedir. Bu rüzgârın serinliğinin koruması altında, normal ebatlardan uzunca bir mezar durmaktadır.
       Orhan OCAK    15–01–2008 ESKİŞEHİR-YENİ KENT



 
 



           Zamanın birinde Adana'nın dağ köylerinin birinde bir adige ailesi yaşarmış. Tanınmış ve sevilen bir aile olduklarından gelen ile gidenleri eksik olmazmış.
          Yine bir gün şehirden hatırlı misafirleri gelmiş. Misafirleri en iyi şekilde ağırlamışlar, hele evin kızının yaptığı börekleri çok beğenmişler. Giderken de tarifini almayı unutmamışlar,Ev sahibi tarifle de yetinmemiş belki unları iyi değildir diye bir çuvalda sarı buğday unu vermiş.
           Aylar sonra aynı ailenin yolu gene aynı köye düşmüş ve aynı eve misafir olmuşlar. Gene en iyi şekilde ağırlanmışlar. Laf arasında misafir ev sahibine dönerek:
           Sizin verdiğiniz unla, sizin verdiğiniz tarifle bizde börek yaptık ama sizinkiler kadar lezzetli olmadı, bunun bir sırrı varmı demiş.
Ev sahibi hafiften gülümseyerek :
            Biz size unu verdik, tarifi de verdik ama mutfakta ki sarı kızı vermedik ki demiş.
( Fatma Girik'in Gurbet Kadını adlı dizisinden alınmıştır)

            Söze bu anektotla başlamamın sebebi, burada tarif edeceğimiz yemeklerde miktar vermeyeceğiz,ölçü vermeyeceğiz, anamızdan ninemizden ne gördüysek ne duyduysak onları aktaracağız. Zaten bizim yemeklerimizde sunulacak kişilerin damak tatlarına göre ölçüler değişkenlik gösterecektir. Biz mutfaklarımızda ki sarı kızlara yani sizlere güveniyoruz. Zaten anlatacağımız yemeklerin de yabancısı değilsiniz, evinizdeki büyükleriniz bizden daha mükemmelini yapıyorlardır mutlaka. Amacımız unutulup giden değerlerimizin arasına mutfağımızında katılmamasıdır.

  TĞUJE  




     Malzemeler:  
      
Un, Maya, Tuz, Su ve süt.                      
     
 Yapılışı:
      Un,maya,tuz,birçay bardağı süt karıştırılarak yoğrulur ve mayalanmaya bırakılır.  
      Hamur yeterince mayalandıktan sonra yumurtadan az küçük parçalara ayrılır, bu parçalar elle açılarak kızgın yağda kızartılır.
      Sıcak sıcak daha lezzetli olur. Soğuduktan sonra ısıtılarak servis yapılması uygundur. En iyi kaymakla gider.
       Eskiden Cuma akşamları yapılır ve dağıtılırdı. Ayrıca düğün ve cenazeler gibi kalabalıkların değişmez yiyeceğiydi.

   ŞİBJİYŞUĞ
    
 
         
Malzemeler:
         Tuz, kırmızıbiber, pul biber, sarımsak, kişniş (koni ) ,ceviz içi, kabak çekirdeği içi, susam. Bu malzemelerin standart bir ölçüsü yoktur. Herkes damak tadına göre ayarlayabilir.
   
          Yapılışı:
          Önce ceviz içi, sarımsak, susam, kişniş, kabak çekirdeği içi havanda veya sürtme taşında yağları çıkasıya kadar ezilir. Bu işlem mutfak robotuyla da yapılır ama aynı lezzeti vermez.
Bu ezilmiş malzemelere tuz, toz biberle pul biber ilave edilerek iyice harmanlanır, havanda veya haşhaş taşında tekrar ezildikten sonra şibjıyşuğ-umuz hazırdır artık.
         Yağ sürdüğünüz ekmeğinize dökebilirsiniz.
         Fırında pişirdiğiniz patetisi banıp yiyebilirsiniz. 
         Her türlü sosta kullanabilirsiniz.
         En çok yakıştığı yer et kızartmalarıdır. Etleri fırına sürmeden veya mangala koymadan bu şıbjıyşuğ dan sürerseniz etlere nefis bir lezzet verdiğini göreceksiniz.
         Hatta fırından yeni çıkmış ekmeği banarak bile yiyebilirsiniz.                       


PASTHE

 



     Malzemeler:
     Mısır unu, tuz, kaynamış su. 
    
   
Yapılışı;
     Mısır unu bir tepside rengi değişesiye kadar fırında veya ocağın üstünde kavrulur.
     Unun karıştırılması sırasında sık sık karıştırılarak tamamının kavrulması sağlanır.
      Kavrulmuş un ateş üstündeki tencereye konur. Yavaş yavaş sıcak su ilave edilerek, tahta kaşıkla karıştırılarak pişirilmeye başlanır. Bu karıştırma sırasında tuzuda ilave edilir. Karıştırma iyi yapılmalı ki lapanın içinde hiç un topağı kalmasın.
      Karışım lapa halini aldıktan sonra su ilavesi kesilir. Elimizi koruyacak kalın bir bezle tencerenin kenarın dan tutularak tahta kaşıkla karıştırmaya devam edilir, karıştırma sırasında oluşmaya başlayan lapa kaşığın tersiyle iyice ezilerek kalabilen un topakları da yok edilir. Sık sık kaşıkla tencerenin dibi sıyrılarak lapa ters yüz edilir.
        Pasthe tencerenin dibine tutmayacak kıvama geldiğinde pişmiş demektir. 
 
      
Servisi;
       Pasthe hoşaf tabağına sıkıştırılarak konur, ters çevrilerek servis tabağına aktarılır. Üstü kaşık tersiyle düzgün bir şekilde çukurlaştırılır. Çukurlaştırılan bu yere pasthenin katığı ne olacaksa konularak servis edilir. Katıkları şöyle sıralayabiliriz. Şipsi, bal ve ceviz, tuzlu tereyağı, ağda, kavurma, pekmez, kaymak. Bunların içinde en yakışanı ve yaygın olanı şipsi, tuzlu tereyağı ve kavurmadır.
Afiyet olsun.

 METÂZ


   Malzemeler:
Hamur malzemeleri.
—Un, su, tuz.
   İçinin Malzemeleri:
—Yoğurt suyu ile kestirilmiş sütten yapılmış peynir.
—Tuz.
—Karabiber                                       .
—Kırmızıbiber.
—Taze yeşil soğanın yeşil yaprakları.
—Çok az yağ.

     Hamurun hazırlanması.
    Un, su, tuz karıştırılarak hamur yoğrulur. Yoğrulan bu hamur ne katı ne de yumuşak olmamalı, kulak memesi kıvamı dedikleri kıvamda olmalıdır.
     
     İç malzemesinin hazırlanması:
     Yeşil soğanın yeşil yaprakları doğranarak yağda kavrulacak. Kavrulmuş bu soğanlar, tuz, karabiber, kırmızıbiber ve peynirle karıştırılacak.
    
     Yapılışı:
     Bu karışım hazırlanasıya kadar bekleyen hamurdan yumurta büyüklüğünde bezeler yapılacak. Bu bezeler elle açılacak, hazırlanan iç malzemesi konularak hamur kapatılıp yassılaştırılacak, kaynamış suya atılarak kaynatılacak.
     Kaynatma süresi damak zevkine göre ayarlanabilir.
     Yeterince kaynatıldıktan sonra sudan çıkarılan METÂZ ler sıcak sıcak servis yapılmalıdır. Herhangi bir sebepten dolayı sıcak servis yapılamadıysa ısıtılıp servis yapılmalıdır.
     Yanında sunulacak en uygun içecek çay veya soğuk süt olacaktır.

ET HIÇIN ( Karaçay - malkar kaynaklıdır ) 

 


Et ğhıçın ( Karaçay mutfağından geçme )



k'os'ı ğedebağe ( Kavurga )

 



            KURT ADAM
           Bundan yıllarca önce Mezifo Dağının yeşil yamaçlarının birinde Kuşhânez diye bir köy varmış. Bu köyde de Hamit diye bir adam yaşarmış. Hamit çok çalışkan birisiymiş. Davarlarını bir çoban güdemediğinden iki çoban tutarmış. Kuzularının, oğlaklarının ise ayrı çobanları varmış. Günler mutluluk içinde geçip giderken günün birinde bir felaket çökmüş Hamit’in evine malına mülküne. Her dolunayda Hamit’in sürüsüne bir kurt girip onlarca hayvanı boğazlıyormuş. İşin garibi kurt hayvanların hiç etini yemiyor sadece şah damarlarından kanını içiyormuş. Bu aylarca devam etmiş ama ne kurdu görebilmişler nede bir çare bulabilmişler.
        Köyde çeşitli rivayetler anlatılmaya başlanmış. Bunlardan en çok anlatılanı ise vudi(vampir) hikâyesiymiş. Vudiler et yemez sadece kan içerlermiş ve dolunayda meydana çıkarlarmış.
        Bu vudileri yalnız kötülük yaptıkları, malına maşatına zarar verdikleri görebilirmiş. Hamit se bunların hiç birine inanmıyor kendisine bu kötülüğü köyden birinin yaptığını düşünüyormuş. Bu nedenle dolunayın olduğu bir gün hayvanları beklemeye karar vermiş. İlk dolunayda da kimseye haber vermeden köyden ayrılmış ağıla yakın bir yerde yolun üstündeki bir ağaca çıkıp beklemeye başlamış. Gece yarısını geçtikten sonra köyden gelen yolun üstünde bir karaltı görünmüş. Karaltı yaklaşınca hemen tanımış bu yıllar önce bir olayda aleyhine yalancı şahitlik yaptığı Mâğh muş. Mâğh ağılla köyün arasındaki ufak derenin yanına gelince etrafına bakınmış sonra da çırılçıplak soyunarak elbiselerini bir çalının içine sakladıktan sonra dereyi geçmiş.
       Hamit bu işin sonunu merak ettiğinden, çıktığı ağaçta hiç ses çıkarmadan olanları izliyormuş.
        Mâğh karşıya geçtikten sonra başlamış çimenlerde yuvarlanmaya, yuvarlandıkça da şekli değişiyor vücudunun her tarafını siyahlı beyazlı kıllar kaplıyormuş. Bir mütted sonra ise Mağh Hamit’in gözleri önünde kocaman bir kurda dönüşmüş. Kurt yüzünü ay ışığına dönerek uzun uzun ulumuş ve doğruca ağıla yönelmiş biraz sonrada ağıldan hayvanların bağırtıları yükselmiş.
        Hamit hemen ağaçtan inmiş ve Mâğh’un elbiselerini sakladığı yerden alarak bir kayanın arkasına saklanmış.
        Belirli bir zaman geçtikten sonra kurt ağıldan çıkarak çimenliğe gelmiş ve yuvarlanmaya başlamış, yuvarlandıkça şekli değişmiş tüyleri kaybolmuş ve Mâğh halini almış.
        Mâğh hiçbir şey olmamış gibi dereyi geçip elbiseleri sakladığı yere gelmiş, gelmiş gelmesine ama elbiseleri yokmuş. Telaşla oraya buraya koşuşmaya başlamış. Elleri ile edep yerlerini kapatarak sağa sola koşuştururken bir taraftan da:
        —Viiiiiiiiiiiii vuw Ther zevâğer Mağh!!! Diyormuş.
        Hamit fazla bekleyememiş saklandığı yerden çıkarak Mağh’un karşısına dikilmiş. Mağh çok şaşırmış ve korkmuş ama bir taraftan da Hamit’in elindeki elbiselerden gözünü ayıramıyormuş. Tartışmışlar, bağırmışlar çağırmışlar sonunda da anlaşmışlar. Hamit elbiseleri geri vermiş bu olayı da kimseye söylemeyeceğini ama karşılığında da zararını ödemesini ve bir daha mallarına zarar verilmememsini istemiş.
         Mağh çaresiz yaşadığım müttetçe sana, ailene, malına zarar vermeyeceğim diyerek büyük yemin etmiş.
         Olay böylelikle kapanmış. Yıllar geçtikçe de unutulmuş ve hatırlanmaz olmuş. Ta ki Mağh’un ölümüne kadar.
         Mağh ölüp cenazesinin kaldırıldığı günden itibaren Hamit’in etrafında felaketler dolaşmaya başlamış. Hayvanları telef oluyor, ailesinin fertleri çeşitli kazalar geçiriyormuş.
          Hamit’in aklına hemen, o gece Mağh’un ettiği yemin gelmiş, yaşadığım müttetçe sana,ailene,malına …….. Derken yaşadığım müttetçe yi nasılda vurgulu söylemişti, keşke öldükten sonrada diye yemin ettirebilseymiş. Artık hayıflanmanın manasının olmadığını bilen Hamit çareler aramaya başlamış.
          Bu işe çare ararken Subaşı köyünde derin bir hoca olduğunu, bu hocanın ölmüş vampirleri etkisiz hale getirdiğini duymuş. Hiç vakit kaybetmeden hocanın köyüne gitmiş. Uzun pazarlıklar sonunda hocaya bir servet ödeyerek köye getirmiş.
          Derin hoca hemen işe başlamış; Önce ardıç ağacından 7 tane sivri kazık hazırlatmış, bunları okumuş üflemiş ve dolunayın olduğu bir gece mâğh’un mezarına çakmış.
        —Artık bu kimseye zarar veremez diyerek köyüne dönmüş.
        Dediği gibide olmuş bir hafta hiç olay olmamış. Millet tam rahatlamışken Hamit’in en sevdiği torununun bir kuyuya düşmesiyle felaketler zinciri başlamış. Ne yaptılarsa çare olmamış Hamit ve ailesi hayatından bezmiş.
         Günlerden bir gün köye bir adam gelmiş. Bu adam rafhan tay arıyormuş. En iyi tayların Hamit’te olduğunu öğrenince doğruca ona misafir olmuş. Tabii ki ev sahibinin derdini de öğrenmiş.
          Misafir Hamit’e demiş ki:
         —ben seni bu dertten kurtarırım sende bana iki rahvan tay verirsin demiş,
         Hamit o kadar çaresizmiş ki her ihtimale umutla sarılıyormuş. Misafirin teklifini hemen kabul etmiş, hatta bu beladan kurtarırsa 2 değil 4 tay vereceğini söylemiş.
          Bundan sonra hiç vakit kaybetmemişler yanlarında kalabalık bir köylü grubu olduğu halde mezara gitmişler. Misafir hemen mezarı açtırarak Mağh’un cesedini çıkartmış ve çene kemiğini kırarak geri gömdürmüş. Artık bunun kıyamete kadar kimseyi rahatsız edemeyeceğini söylemiş.
Köye geldikten sonrada tayları alarak çekip gitmiş. Kimse adama inanmamış diğerleri gibi bu da Hamit’i kandırdı demişler.
         Günler geçmeye başlamış birinci gün bir şey olmamış, ikinci gün bir şey olmamış, günler geçmiş birinci hafta bir şey olmamış, ikinci hafta bir şey olmamış.
         Hamit ve ailesi geriye kalan ömürlerini huzur içinde yaşamışlar. 
                                             Orhan OCAK
                                14-07-2008     Eskişehir

ANA SAYFA 

 
 
 
 

 



Hapzey Kafe
Peserey Kafe-Lagunuga Wored
Jilakhseteney Kafe
Mamxexh Kafe
Hacı Kazbek Yi Kafe
Habez Kafe
Hajım Yi Sarık Kafe
Kushmezeguey Kafe
Mutlu DOĞAN (Gafe)
Recep Akyol (Gafe)

 
 


 



 
 
 








 
 

 

Tahslldar Sait Esen






 

 


 
 





 

Ağlarca köyü'ünden Cevdet OCAK ile
Yenice Köyü'nden Nilüfer YILMAZ
16-Mayıs-2009 Cumartesi günü
Çifteler Belediyesi Düğün Salonunda
Yapılan güzel bir düğünle evlenmişlerdir.
Yeni evli çifte bütün bir ömrü birlikte geçirecekleri zaman diliminde, sağlık ve mutluluklar dileriz.

aglarca2007.tr.gg  -  17-Mayıs-2009


 






*SULTAN* İLE *ÜMİT* ASLAN
Ağlarca köyü'nden Themezlerden 

Aslan ile Afyon'da iskan eden Başara kökenli
Sultan AYTUĞ
20-Haziran-2009 tarihinde Çifteler Sakarya başı
Düğün Salonunda yapılan bir düğünle evlenmişlerdir.
Genç çifti tebrik eder ömür boyu mutluluklar dileriz.
 
aglarca2007.tr.gg haber servisi

 
 




ASKERLİK BİTTİ
Ağlarca Köyü'nden Nurcan Taşkapı'nın oğlu, değerli yeğenimiz
Evren Taşkapı
15 ay önce Bilecik Jandarma Alayı'nda başladığı
askerlik görevini Samsun Ayvacık jandarma karakolunda
tamamlayarak evine dönmüştür.
Annesinin ve tüm yakınlarının sevinçlerini paylaşır yeğenimize de bundan sonraki hayatında başarılar dileriz.
**aglarca2007**

 
 

    Değerli Hemşerilerimiz,,,
Ağlarca köyü ve dostlarına ait  elimizdeki telefon numaralarını güncellemek istiyoruz.  Eğer Ağlarca köyü ve ağlarca derneği ile ilgili haber ve gelişmeleriin kısa mesaj olarak size ulaşmasını istiyorsanız . Telefon numaralarınızı özelimizden bize veya dernek yönetimine,İLETİNİZ Her şeyin gönlünüzce olması dilekleri ile.
 

 





 

 
     Vefat haberi.
      Köyümüzüden yetişen aynı zamandada köyümüzün ilk öğretmenlerinden İsmail Demir Bugün (15 Nisan 2012 )İzmirde hakkın rahmetine kavuşmuştur. Cenazesi yarın(16 Nisan 2012_Pazartesi) Eski adı Hasan polatkan bulvarı olan; Atatürk bulvarında, evinin yakınındaki Mahmut Sami Ramazan oğlu Camiisinden ögle namazına müteakip kaldırılacaktır.
      Kendisine gani gani rahmet.
      Ailesine ve sevenlerine baş sağlığl diliyoruz.
       www.aglarcali.tr.gg
.

 

        Ağlarca köyünden Merhum Kamil Ocak'n torunu
        Selime ve Nurettin çiftinin oğulları
        Yasin OCAK .....13-Mayıs-2013 tarihinde vatani hizmetini yerine getirmek üzere baba ocağından ayrılmıştır.
        Ailesi 05.05.2013 tarihinde oğullarının bu kutsal göreve  uğurlarken tüm dost akraba ve tanıdıklarına bir yemek vermiştir.
       Aynı günün gecesi düzenlenen eğlencede Yasin ocak ve   arkadaşları doyasıya eğlenmiştir.
       Askerimize hayırlı teskereler dileriz.
  www.aglarcali.tr.gg
 
Köyümüzden Basri Yener'in torunu 
Seçkin ve Ayşe Yener'in kızları
Tansu YENER kızımız 
2013 Ünversite sınavı sonuçlarına göre 
ESKİŞEHİR OSMANGAZİ ÜNİVERSİTESİ İNGİLİZCE ÖĞRETMENLİĞ
Bölümünü kazanmıştır
Kendisine tahsil hayatı boyunca başarılar dilerken 
Ailesinide canı yürekten kutluyoruz.
24-Temmuz-
 
2013   www.aglarcali.tr.gg


 
 



HABER ARSiVi  

mustafa yener, 30.07.2013 11:39:33:
Rahmetli amcamız, ilk öğretmenimiz İsmail amcamızın yolunda bir yavrumuz daha..Allah muvaffak etsin.Tansu ve Tansu ile birlikte üniversite yaşamına girmiş tüm gençlerimize başarılar dilerim
 

 

 

Nevin Esen Genç yaşta kaybettiği eşi Cemil Esen anısına
okuduğu üniversitede bir sınıfı
tüm ihtiyaçları kapsayacak şekilde dayayıp döşemiştir.
Değerli kızımızın bu onurlu davranışını kutluyoruz
www.aglarcali.tr.gg  


 


Köyümüz büyüklerinden İlyas Topak İstanbulda'da 
---23 Mart 2012 TARİHİNDE-- vefat etmiştir.
Cenazesi yarın öğle namazını müteakip
Ağlarca Köyü mezarlığına defnedilecektir....
Ke

 
 









 




VEFAT HABERİ
Ağlarca köyünden Hamit HOCA'NIN ( Merhum ) kızı
Yaşa ÖZCAN
1-Ağustos-2013 Perşembe günü Bursa'da Hakkın rahmetine kavuşmuştur.
Cenazesi 2-Ağustos-2013 Cuma günü öğle namazı sanrası
Bursa'da defnedilecektir.
Kendisine Allah'tan rahmet
tüm ailesine, akraba ve dostlarına da baş sağlığı dileriz.
www.aglarcali.tr.gg 







1. Özcan ESEN (Ağlarca Köyü-Şapsığ), Güldan ESEN (Gökçeyayla Köyü-Karaçay) ve Marzi ESEN (Gökçeyayla Köyü-Karaçay) kuraya ilk yazılışlarından itibaren 7. yılında Hacıya gitmeye hak kazanmışlardır. Allah nasip ederse bu sene Hacıya gideceklerdir.

2. Bu amaçla, 10 Ağustos 2013 Cumartesi (Bayramın 3. Günü) öğle namazını müteakiben Mevlüt okunacak ve yemek verilecektir.
Adres: Ertuğrulgazi Mah. Raykent Konutları Çürük Sokak No:9 Daire:4 ESKİŞEHİR
İrtibat Tel-1: (0535) 417 40 62 (Özcan ESEN)
İrtibat Tel-2: (0532) 205 51 41 (Sait ESEN-oğlu)

3. Hacı adaylarının tüm akrabaları, eski ve yeni komşuları, arkadaş ve dostları davetlidir.

Saygılarımızla...

Sait ESEN

 

Değerli büyüğümüz Özcan Esen ile eşleri Güldan Esen ve Rahmetli Muzaffer Esen Abimizin eşleri Marzi Esen adına düzenlenen HACI PİLAVI etkinliği 10 Ağustos 2013 tarihinde başarıyla icra edilmiştir. — Raykent / ESKİŞEHİR'de.

Bu değerli büyüklerimizin saygınlığı ve toplumumuzca kendilerine duyulan sevginin neticesinde katılan dost ve akraba cemaatinin kalabalıklığı bu insanların değerini bir kere daha ortaya koymuştur.
Allah yollarını açık etsin
İnşallah hayırlısı ile gidip gelirler.

www.aglarcali.tr.gg

 



 
 



Ağlarca köyünden Esin ESEN ÇİMEN'İN eşi
Belpınar köyünden değerli abimiz İsmet ÇİMEN
8-Ağust0s perşembe günü saat 23 te
tedavi gördüğü hastanede vefat etmiştir.
Cenazesi 9-Ağustos 2013 CUMA günü
Belpınar köyünde öğle namazından sonra defnedilecektir.
Yüce Allahtan merhuma rahmet yakınlarına sabır diliyoruz.
www.aglarcali.tr.gg




Burhan Yol
Allah rahmet eylesin.Yattigi yer nur olsun.Kalanlarinin basi sagolsun.


Athis Belkis
Allah rahmet eylesin;; Rabbimhesabini kolaystirsin, Cennet kapilarini acsin...Geride kalanlara sabir diliorum herkesin basi sag olsun..


TIguj Hayri Özkurt
allah rahmet eylesin mekanı cenet olsun


Talat Tuncel
allah rahmet etsin kalanlarınada sabır versin


Ayla Hala
Dayicigim Allah rahmet eylesin, mekanin cennet olsun..


Hülya Topak Yurtay
Allah rahmet eylesin


Ayfer Darzanoff
Allah rahmet eylesin mekani cennet olsun..


Feridun Korkmaz
Allah rahmet etsin


Necati Kahreman
ALLAH RAHMET EYLSIN MEKANI CENNET OLSUN INSAALAH.


Gulhan Bulur

Allah rahmet etsin,mekanin cennet olsun Esin 'inde basi sagolsun sabirliklar diliyorum


Gönül Yüksel
Allah rahmet eylesin..


Orhan Dombaycı

Allah rahmet eylesin.


TC Nazlı Kulaksız Özcan
Allah rahmet eylesin.Mekanı cennet olsun.


Setenay Tuguj
allah rahmet eylesin


Ismail Hakkı Esen
Allah rahmet eylesin.Yakınlarına ya sabır


Mustafa Yener
allah rahmet eylesinn.


Yetiş Yirci
Mekani cennet olsun...


Hatice Esen Gürbüz
allah rahmet eylesin.


Kandemir Ocak
Allah rahmet eylesin...


TC Selime Ocak
Allah rahmet eylesin.Mekanı cennet olsun dayımın.


Yılmaz Topak
Allah rahmet eylesin..


Cemil Mercan
Allah Rahmet Eylesin ...


Asiye Sarıbardak Mutlu
Allahy rahmet eylesin


Muhsin Urgan
Allah Rahmet eylesin.Ailesine ve yakınlarına başsağlığı diliyorum.


Raziye Balık Demir
Allah rahmet eylesin mekanı cennet olsun



 We, pasch’er poghech’ir!


Ahmed
 

 Mezguashhe

 Siy Paq! (My Pug-Nosed One!)

 Sandjeley yi Wered

 Si laghunigham yi dame 

 Si yader sitsikhu shitak'im 

Mahueshe Digepsim yi Kafe
 

 Epic: Appearance of a Dashing Rider
 

War separates us
 

 Diy neh'izshhem qithuefsch'am winafe
 

  Adyghe Songs (Weredher)

  Zighatlet (Instrumental)
 

 Laghunigha Wered

 Yistambilakue

Short dance piece

  Has'satse -

  Love Song (Duet)

Albina

 Si Fatima

 Hajim Yi Kafe


 Khekhes pshashe - Хэхэс пщащэ

 Ua Sinoje - Уэ сыножьэ

 Kafe - Adyghean Dance

Adyghe Lepkhir Kofa

Aphuedi Khokhu

 Nasipir Arash

Hath Mihamet Yi Wered


Ghathem yi Bzer

  Kafa K'ih 

 

 Si Astemyir

 Udzh (Udge),

  Hatti W'ark Kafe

 Shzoe Nekure Yiwered
 

 Dzhegakume Yawered,

 Hagesh Wered,

 Shi'kue

 

 Kafe

 Mezdegu (Sheshen)


 Wuic (Udzh)

 
Nart Lashin Yi Pshinal'e

 
Hurashe, Shapsough Udzh

 Abaze Dzhagu (Jegu)

Laperiph

 Kafe Kuanshe

 Labades'hem ya Txausyha Ghibza,

 Kafe

 A sample from Variations of Circassian Musics

 Kafe

 Uashhamahue (Elbrus)

 Si Nane (My grandmother)

 Adyghe melodies with pshina

 Sarmahua

 Ynarukua Mafasim yi Wered

 Nartigu yi Tkhausikhe

 Yistambilim Dashe

Nalmes Kafe (Nalmes Kashue),

 musics from Uzunyayla, Turkey Diaspora

Uzunyayla Adyhge Jegu 1

 Uzunyayla Adyghe Jegu 2
 

 Uzunyayla Adyghe Jegu 3

 Uzunyayla Adyghe Jegu 4

 Uzunyayla Adyghe Jegu 5

 Uzunyayla Adyghe Jegu 6

Uzunyayla Adyghe Jegu 7

 Uzunyayla Adyghe Jegu 8

 Uzunyayla Adyghe Jegu 9

 Uzunyayla Adyghe Jegu 10

 Zehuakue Kih

 
     

 
  Acı kaybımız.

        Ağlarca köyünden,  Gülseren Ocak, Zeki Yener, Gülten Özkay, Gülsen Yener, Güler Yener'in anneleri değerli büyüğümüz Mükerrem Yeneri 07.04.2009 tarihinde kaybettik. 
        Köyümüzün en yaşlı kişisi olan büyüğümüz şaşılacak derecedeki hafızasıyla, köyümüz yakın tarihindeki olaylarla ilgili baş vurduğumuz en önemli bilgi kaynağıydı.
         Kendisine yüce Allah tan rahmet ailesine de sabır ve metenet dileriz
www.aglarca.tr.gg 07.04.2009





 
     


 
Feriha ile Ömer

Ağlarca Köyü'nden Feriha ( Emriye ) Esen ile Samsun'dan Ömer
5-Mayıs-2009 Salı günü saat 16 00 da
Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Nikah Salonunda
Yapılan sade bir törenle evlenmişlerdir.
Kendilerine mutlulukla geçecek bir evlilik süreci dileriz.

www.aglarca2007.tr.gg  6-Mayıs-2009



 

 


 




 

            SAİT ESEN    Sülale adı=Psinetğhuç
           
Köyümüzdeki ilk devlet memurlarından biridir. Uzun yıllar tahsildarlık yapmıştır. Ben onu hep atın üstünde bir yere giderken veya gelirken görürdüm.
            Özcan, Muzaffer, Unzile, Firdevs, Hasibe isimli çocukları olmuştur.
 
             ŞABAN ESEN       Sülale adı=Psinetğhuç
             İyi yemek yiyen iyi çalışan biriydi. Çalışkanlığı sayesinde fakir denecek bir seviyeden, köyün hatırı sayılır hanelerinden biri olmuştur. Uzun yıllar muhtarlık ve bakkallık yapmıştır.
            Gülfidan, Yaşar, Ömer, İ. Hakkı, Hatice, Cemil, Erol isimli çocukları olmuştur.
 
           İZZET ESEN         Sülale adı=Psinetğhuç
           
Tanıdığım en iyi kalpli en mülayim insanlardan biriydi. Küçük yaşta babasının öldürülmesinden sonra üç kız kardeşinin ve annesinin bakımını üstlenmiş, hayata karşı amansız bir mücadele vermiştir. Acemi tayları alır onları koşuma hazırlar büyütür satar, tekrar acemi taylar alırdı. Çocukları çok severdi, çocuklarda ona çabuk ısınırlardı. Olayları biraz tevatüre kaçan çok tatlı bir antlımla anlatırdı. Avcılığı ve duvar ustalığı da vardı.
            Rıfat, Nebahat, Nimet, Nevzat, Necla, Nizamettin, Nihal, Nalân isminde çocukları vardır. 

           İBRAHİM AKCAN    Sülale adı=
Ğhune 
            Önce Kayı köyünde sonrada kendi köyümüzde kadrolu imam olarak uzun yıllar çalıştı. Bu süre içerisinde çocuklara Kuran kursları açtı. Çok çalışkan bir adamdı.
             Meryem. Zübeyde, Murat, Sevgi, Ahmet, Hatice, Binnur isimli çocukları olmuştur.
 
           İSMAİL AKCAN      Sülale adı=Ğhune
           
Yapılı sağlıklı bir adamdı. Gençliğinde iyi koşar iyi güreşirdi. Birkaç köyün bir araya geldiği şenliklerde köy adına güreşir ve kazanırdı. Bu yapısına rağmen inadına munis bir karakteri vardı.
            Hatice, Ramazan, Naciye, Yusuf, Süleyman, Nasiye diye çocukları olmuştur.
 
           ÖMER AKCAN     Sülale adı=Ğhune
             Kendi işinden başkasına karışmayan sessiz sakin bir yapısı vardı. Ağaç işçiliğine eli yatkındı. Bilhassa yaptığı kirmanlar çok beğenilirdi.
             Suzan, Emine, Güldane ve Osman isimli çocukları olmuştur.
 
 




*****1.Sayfa*****

 

       ÖNSÖZ
          Çocukluk ve gençlik yıllarımda yaşlılarla oturup kalkmayı, onların anlattıklarını dinlemeyi çok severdim. Bu köyde öğretmenlik yaptığım yıllarda da devam etti.
          Duyduklarımı da eve gelir gelmez bir kaç satırla karalar bir kenara koyardım. Bugün bütün bu birikimleri ve köyümüzde yaşamış büyüklerimizle ilgili anıları, anekdotları bir araya getirerek bu yazı dizisini hazırladım. Kişileri anlatırken hiçbir yargıda bulunmadım hiç bir etkinin altında kalmadım. Sıralamada da hiç bir kural takip etmedim, önce kim aklıma geldiyse ondan başladım. Allah hepsinin mekânlarını cennet etsin.
          Sizlerden gelecek bilgiler doğrultusunda varsa hatalarımızı düzeltmeye, eksiklerimizi tamamlamaya her zaman hazırız. Burada adı geçen kişilerin akrabaları resimlerini gönderirlerse memnuniyetle ilave ederiz.

           ARİF  BALIK       Sülale adı =(ŞHAGUMDE)          Kazım Balık’ın abisi Yaşar Balık’ın babasıdır. Birinci dünya savaşında sekiz yıl askerlik yapmış savaştan savaşa gezmiştir.                       
           Askere gittiğinin yedinci yılında birlikte askere gittiği arkadaşları dönüp o dönmeyince karısı Meryem teyzeyi, kadının akrabaları ve köyün ileri gelenleri evlendirmek istemişler. Ama o inatla direnmiş sekizinci yılın sonunda baskılar o kadar artmış ki, artık dayanamamış, bir gün daha izin istemiş. Sonra evleneceğini söylemiş. O günün gece yarısı Arif Amca çıkmış gelmiş.


 RAMAZAN ESEN (KEROĞ)Sülale adı =(PSINETĞHUJ)
          Çerkezliğe, adetlere çok önem veren biriydi. Eve ufak bir çocuk bile girse ayağa kalkardı. Kapıları doğuya bakan, önünde uzun bir sundurması olan evlerinin en aşağı odası onun haçeşiydi. Orada oturur, yemeğini orada yer, misafirlerini orada ağırlardı.
         Arıdan da iyi anlardı onun balları çevrede nam salmıştı. Kaçak arının izini iyi sürerdi. Bir gün hiç unutmam, sokakta oynuyorduk: Ramazan amca: Çaleğ birer kova alın arkamdan gelin dedi. Hemen birer kap kaptık peşine düştük. Sarı bele varmadan sağ yamaçta bir çam ağacının yanında durduk. Ağaçtaki bir oyuktan kürekle kaplarımızı balla doldurdu. O balın ne tadı nede rengi anlatılamazdı. Kısaca tam bal gibi baldı. Bunu çok sık yapardı. Kendisine has yöntemlerle dağda yaşayan arıyı takip ederek yuvalarını bulur tezekle yaptığı tütsüyle arıyı kovalar balı dağıtırdı.
            Şahin, Seferğan, Münevver, Emine diye çocukları olmuştur.                        

            İDRİS URGAN         Sülale adı = (NEUTAĞHO)
            İlyas Hocanın kardeşidir. İdris amcada tıpkı Arif Balık gibi yedi yıl askerde kalmış, savaşmış, yaralanmış sonunda da İngilizlere esir düşmüştür. Döndüğünde hala vücudunda elle hissedilen 3–4 mermi varmış.        
           Yemen savaşında yaralandığında öldü sanılarak ölülerin arasına atılmış. Yemenli bir Arap tarafından fark edilerek kurtarılmış sonrada esir düşmüştür.
            Esaret yıllarında, cephede bir çerkesten tokat yediğini söyleyen İngiliz subayı, kendisine bir hayli eziyet etmiştir.
          Savaş bitip köyüne döndüğünde karısı ve küçük oğlunun ölmüş olduğunu görmüştür. Uzun yıllar sonra Sarıcaova Köyünden Azime teyzeyle evlenmiş, bu evlilikten Hatice, Atiye ve Muharrem adında çocukları olmuştur.

          İLYAS HOCA “Urgan” Sülale adı =( NEUTAĞHO)
          Köyümüzün en renkli simalarındandı. Köyde hocalık yapar ama hak almazdı. Çalışmayı çok severdi. Ben ona köyümüzün Nasrettin Hocası veya İncili Çavuşu derdim.
Anlatacağım anekdotları okuduğunuzda hepiniz bu konuda bana hak vereceksiniz.
*****İlyas Hoca bir gün hanımıyla atışmış, hanımı boyna konuşuyormuş Hoca bir an hanımının susmasından istifade ederek:
       — Çok zalimsin ama illada lazımsın demiş.
***** Köyümüzün camisinin eskiden ağaçtan bir minaresi vardı. Hocalar ezanı buradan okurlardı. İlyas Hoca bir gün ezan okumaya minareye çıktığında, hayvanların arpa tarlasına girdiğini görmüş, hemen ezanı yarıda keserek:
       —Recep, Mehmet Emin, Murat hayvanları arpalıktan çıkarın diye bağırmış.
*****Bir gün Kamil Ocak ile İlyas Hocanın oğlu Mehmet Emin kavga etmişler, komşular tarafından aralanmışlar.
         Ertesi sabah Kamil amcanın aklına ne gelmişse, kavgayı devam ettirmeye hocanın evine gider. Hoca tarlaya gitmek için atları arabaya koşmaya uğraşıyormuş,
Kamil amcanın gelişinden niyetini anlamış onun konuşmasına fırsat vermeden:
        —Ülen hemşerim bu gün çok işim var, yarın gel kavga edelim demiş.
*****Rahmetli sigara içenlere kızar:
        —Ülen hemşerim şu dumana dünyanın parasını veriyorsunuz, onu içeceğinize çatıya çıkın, bacaya ağzınızı dayayın, hiç olmazsa o bedava derdi.
        Öte yandan da bilhassa ramazanlarda, akşam namazından çıkıp duvar dibi sohbetleri başladığında yanındakini dürterek:
        —Ülen hemşerim, insana iman, kafaya duman, ver bakalım bir sigara derdi.
*****Bir ara köyümüzün delikanlıları Kilise köyünden arka arkaya kız kaçırmaya başlamışlardı, zannedersem 12–13 kadar olduydu. Kız kaçırıldıktan sonra ardından kalabalık bir conger gurubu gelirdi. Bunlara izzet ikram edilir, bir taraftanda ara bulunur,
Gençlerin düğünü başlatılırdı.
         Son kaçırma olayında iş biraz çatallaştı. Kız tarafının thematesi isteklerden hiç taviz vermiyor, oğlanın hatta köyün bu istekleri karşılamaya gücü yetmiyor. Bu işe canı çok sıkılan hoca muhataplarına dönerek:
       —Ülen hemşerim Göztepe'ye oduna gönderdiğimiz çocuklara kız verip gönderiyorsunuz bizim de başımızı belaya koyuyorsunuz demiş.
         Bir daha o köyden hiç gelin alınamadı. Kız kaçırmaya giden iki delikanlımızda saçları kırkılmış ve elleri boş olarak döndüler.
         İlyas  Hocanın”Pelekoj” ,Recep, Murat, Nahar, Ramazan, Kazim, Nazım, Kamil. Nazlı, Nazike, Hava, Hakoç diye çocukları olmuştur.

        YUSUF ESEN       Sülale adı =(PSINETĞHUJ)
        At cambazlığı yapardı. Devamlı arabasının arkasına 3–4 at bağlanmış, kendiside ön çatala sırtını dayayarak yan oturmuş vaziyette köy ortasından geçerken ki halini hatırlarım. Çok mu dostu vardı, misafirimi severdi bilinmez. Ama gerçek olan misafiri çok gelirdi ve iyi de ağarlardı. Birde o zaman ki biz çocukların çok sevdiğimiz bir huyu vardı:
         Günün hangi saatinde olursa olsun, hangi mekânda bulunursa bulunsun, rastladığı çocuklara verecek bir şeyi olurdu. Bu benim gözlemlediğim ve duyduğum kadarı ile ölesiye kadar devam etti.
         Naci, Esin, Feriha diye çocukları oldu.
             HAFIZNÖŞ            Sülale adı= KANŞAV
         Masallarda rastlanabilecek bir hikâyesi vardır. 5–6 yaşlarında annesi ölmüş, babası bir daha evlenmiş.
         Üvey anne çok zalim çıkmış. Ya çocuk ya ben diye tutturmuş. Babası da onu dağa götürüp bırakmış. Günlerce ağlayarak dağda kalmış, ağlamaktan gözleri kör olmuş.
         Bir zaman sonra Peçene’li köylüler bulmuş. Bir Yörük tarafından evlat edinilmiş. O haliyle Kur’an-ı Kerim’i ezberlemiş hafız olmuş. Köylerde hafızlık yapmaya başlamış. Gel zaman git zaman köyümüze hafız olarak gelmiş. Burada evlenerek kalmış. Seydomar diye bir oğlu ile ismini öğrenemediğim bir kızı olmuş.
                                                                                             
          İSMAİL”Yener”        Sülale adı= ŞEVOŞ
          Köyümüzün en eskilerindendir. Çalışmayı çok severmiş. Keser, keski, tahra gibi basit araçlarla hamur tekneleri yaparmış. Bu tekneler üç tane odlumu iç içe koyar, sırtına vurur, Sivrihisar’a götürür satar, birisinin parasıyla eve öteberi alır, diğer ikisinin parasıyla da birkaç oğlak alır gelirmiş. Bu yolla 500–600 hayvanlık bir sürüye sahip olmuş ve köyün varlıklı kişileri arasına girmiş. Mustafa diye bir oğlu ile Misas, Goşgeç, Ayşet, nefi, şoye isimli kızları olmuştur.
 
                                                   
           HACI HASAN TOPAK      Sülale adı= ŞEVOŞ
           Köyün en varlıklı kişilerindendi, hayvancılığın yanı sıra alış veriş işi ile de uğraşırdı. Atla sık sık Afyon’a gider gelirdi. Köydeki işleri ise kardeşi Hacı Osman yürütürdü. Hacca gitmenin en zor olduğu zamanda deve ile 6 aylık bir yolculuktan sonra hac vazifesini yerine getirmişti. Battal ve Seydi isminde iki oğlu olmuştur.
 
                                            
           HACI OSMAN TOPAK  Sülale adı= ŞEVOŞ
           Köyümüzde en uzun süre yaşayan kişidir. Kendisinin altıncı neslini, yani torunlarının torunlarını görmüştür. Çocukluğumuzda, büyüklerimiz Hacı Osman yüz yaşına geldi yeni diş çıkarıyor diye duyardık. Sokakta dolaşırken elleri hep arkasında bağlı olurdu. Eşi Kezban Teyze ile gittiği hac yolculuğunda eşini kaybetmiş olarak döndü. Musa, Mehmet. Habibe, Nasibe
Mükerrem isimli çocukları oldu.
                                              
 
            PİŞİMAFE (Yanık)  Sülale adı= LAŞKO
            İki önemli özelliğini anlatırlar, birincisi: Çok iyi kaşık yontarmış, evin önüne oturur saatlerce cep çakısından başka alet kullanmadan yonttuğu tahta kaşıkları çevrede bilmeyen yokmuş. Ova köylerden bile ondan kaşık almaya gelirmiş. İkinci özelliği ise avcılığıymış, ava çıktığı zaman birkaç gün dönmediği olurmuş. En çokta geyik avlarmış. Zaten ölümü de avda olmuş. Geyiklerin su içmeye geldiği yerde, onlara pusu kurduğu ağacın dibinde tüfeği elinde ölü bulunmuş.
            Ramazan isimli bir oğlu ile Nasibe isimli bir kızı olmuştur.
                                             
 
            YAHYA MISIR      Sülale adı=ĞHUNE
            Sevilen sayılan birazda korkulan biriydi. Çevrede çok sözü geçerdi. Çiftelere yerleşmek isteyen varlıklı bir aile çiftelerin yerlileri tarafından kabul edilmemiş. Bu ailede köyümüze gelerek Yahya Bey’e dertlerini anlatmışlar. Yahya Bey de yanına şhagumde İsmail’i alarak yıllarca bu ailenin çiftelere kök atmaları sürecinde yanlarında kalmıştır. Sonraları devlet tarafından orman muhafaza memurluğuna getirilmiş ama bu görevi uzun süre yapmamıştır. Ramazan diye bir oğlu ile iki kızı olmuştur.
 
 
             ETHEM ÖZCAN     Sülale adı=GUĞOJ
             Siyaseti seven ve yapan biriydi. Yıllarca parti delegeliği, ocak başkanlıklarının yanı sıra köy muhtarlığı da yapmıştır. Kanunları da çok iyi bilirdi. Aşırı derecede çay ve sigara tiryakisiydi. Onu diğer tiryakilerden ayıran özelliği ise, çayı hem demli hem de aşırı derecede şekerli içmesiydi. Köyün aşağısında yaptığı bahçede güzel erikler yetiştirmişti. Kim olursa olsun bahçeye uğrayan herkese bol bol verirdi. Yalnız erik hırsızı çocuklara tahammülü yoktu. Birkaç kere yaramaz arkadaşlarımla bahçesini talan edip kaçarken arkamızdan çifteyle ateş etmişti.
             Zihni, Ziya, Zeki, Nurettin, Safiye, Nursafa, Zülbiye diye çocukları olmuştur.

 






 

        NENAW ÖZCAN                  Sülale adı= (GUĞOJ)  
         Adil ve Ethem ÖZCAN’nın kardeşidir. Kardeşi Ethem Özcan’la yan yana olan yer evlerinde otururlardı. Her kuvvetli gelen yağmurdan sonra dere ağzında olan evlerini su basardı. Köyde uzun süre de bakkallık yapmıştır.
         Şükriye, Fahriye, Necmettin diye çocukları olmuştur.
 
         ADİL ÖZCAN                            Sülale adı= (GUĞOJ)
         Boylu poslu bir adamdı. Askerliğini de bu özelliğinden dolayı Cumhurbaşkanlığı muhafız alayında yapmıştı. Ziraata özellikle meyveciliğe çok düşkündü. Yetiştirdiği meyve ağaçları bu gün hala meyve vermektedir. Karağaçpınarda bahçelerimiz yan yanaydı. Bir gün yanıma geldi. Bende acaba olurmu diye karpuz ekiyordum. Bir sürü olumlu nasihat verdikten sonra bir öneride bulundu. Bana karpuzların yanına kabak ta ekmemi, sonra kabakla karpuz sürgünlerini birbirine dolayarak kaynaştırmamı, karpuzun meyvelerini kopartmamı, böylece tüm besinin kabaklara giderek, kabakların hem daha çabuk meyvelerin büyüyeceğini hem de daha tatlı olabileceklerini söyledi. O zamanlar bunu yapamadım ama sonucu ne olurdu hala merak ediyorum. O zaman Adil Amcanın bu hayal gücüne hayran kalmıştım. Bu gün İsrail’in, Japonya’nın bu tür denemeler yaptığını okudukça Adil Amca’yı rahmetle anıyorum.
          Dişlerin de çok iyi bakardı, çayı çorbayı soğutarak içer, dişlerine soğuk su değirmezdi. Bahçede kaldığı günlerde barınmak için bir ağacın üstüne yaptığı barınakta mutlaka diş fırçası ve diş macunu bulunurdu.
                
          HAMİT ÖZCAN (Hoca)                Sülale adı= (GUĞOJ)
          Askerlik yıllarına kadar köyümüzde yaşadı. Askerlikten sonra ailesi ile birlikte Kadı kuyu köyüne hoca olarak gitti, oraya yerleşti.
          Hatırladığım en büyük özelliği yüzünün hep gülümsemesi, her yaşta insanla seviyelerine göre konuşabilmesiydi.
          Muzaffer, Naci, Salih Sıtkı, Yaşa ve Elmas diye çocukları oldu.
 
          MECİT SARIBARDAK                Sülale adı= ( RATKO)
          Köyümüzün dışarı köylerde hocalık yapanlardan biriydi. Ölümü de bu köylerden birine giderken delice denen sap arabasının kanadının çarpması sonunda, bindiği hayvandan düşerek olmuştur. Kadir, İsmail, Hidayet diye üç oğlu ile iki kızı olmuştur.
 
          KADİR SARIBARDAK                 Sülale adı= ( RATKO)
          Uzun yıllar köyümüzde ve Peçene köyünde orman ve mera koruculuğu yaptı. Aynı zamanda bu köylerde de bakkallık yaptı. Ağlarca ile Peçene arasında çok sık gider gelirdi. Bu seferlerin birinde bana büyük bir faydası olmuştu: Orta okula gittiğim sıralarda bir yaz tatilinde Ağlarca dan Kiliseye gidiyordum, tam Gök tepenin yamacına vardığımda Osman Ağanın meşhur köpeklerine rastlamıştım. Kendimi zor bir ağaca atabilmiştim. Köpeklerde inadına gelip ağacın altına yatmışlardı. Çobana sesimi duyuramamış davarla birlikte çekip gitmişlerdi. Ne kadar bir süre ağaçta kalmıştım bilmiyorum. Bir ara bir baktım kadir amca atının üstünde yolda gidiyor. Allah ne verdiyse bağırarak kendimi göstermiştim. Köpeklerde onu tanıdıklarından zorlanmadan kovalamış beni de kurtarmıştı. Hiç çocuğu olmadı.
        
          HİDAYET SARIBARDAK              Sülale adı= ( RATKO)
          Uzun süre köyümüzün muhtarlığını yaptı. Bir arada çift sıra koltuğu olan bir Skoda alarak dolmuşçuluk ta yapmıştır. İki kere evlenmiş çocuğu olmamıştır.
 
          HACI İBRAHİM SARIBARTAK      Sülale adı= ( RATKO)
          Köyümüzün yetiştirdiği değerli insanlardan biridir. Köyde kaldığı sıralarda ne sıcak havayı nede soğuk havayı sevmemesiyle tanındı. Bu gün bir deyiş haline gelen,”Sana Ablem havasını nerden bulalım” sözü oradan kalmadır.
          Köyden Çiftelere taşındıktan sonra da kısa bir süre Sadıroğlu Köyünde kaldılar. Sonradan tekrar Çiftelere yerleştiler. O zamanlar tam hatırlamıyorum, şitayir mi, BMC mi bir açık arabası vardı.
Bu arabayla ara sıra köye gelirdi. O zaman biz köy çocuklarının gördüğü motorlu taşıt bu kamyonla Emirdağlı cırcıroğlunun dört tekeri birbirine eşit jipe benzer arabasıydı. Bu nedenle Hacı amcanın köye gelişi biz çocuklar için büyük bir olaydı. Kamyonun sesi duyulduğunda bütün çocuklar Allah ne verdiyse son hızımızla Erten yolundan koşar inerdik. Hacı amcada durur hepimizi arabaya doldurur köye kadar getirirdi. Sonraları o kamyonu satarak otobüsçülük işine girdi. Doğru çalışmasının sonunda da işleri iyi gitti. Hacıya birkaç sefer gitti geldi. Yaşadığı müttetçe insanlardan yardımını hiç esirgemedi. Milliyetçi bir kişiliği de vardı, insanların ana dillerini öğrenmelerine önem verirdi. O sıralarda biz 8–10 kişi Çifteler de okuyorduk. Bizi gördüğünde Adiğece tekerlemeler söyler tekrarlamamızı isterdi.
           “Mi kulagem sizepiki sikızapikijığ” tekerlemesi hiç unutamadığım bir tekerlemedir.
           Cemil, Asiye, Mesut diye çocukları olmuştur.
 
           NAHAR SARIBARDAK            Sülale adı= ( RATKO)
           Köyümüzün yetiştirdiği ilk memurlardan biridir. Kanunları çok iyi bilmesi ile tanınırdı. Köyde kaldığı süre içerisinde muhtarlık yapmış, köy de eğitimin gelişmesi için büyük gayret göstermiştir. Sonraları Çiftelere taşınmışlar, burada da uzun yıllar maliyede memur olarak çalışmış, emekliye ayrıldıktan sonrada serbest muhasebecilik yapmıştır.
           Sevim, Safiye, Ölmez, Hayati, Hikmet diye çocukları olmuştur.   
 
           HACI ŞÜKRÜ SARIBARDAK     Sülale adı= ( RATKO)
           Eli her işe yatkındı, bilhassa marangozlukta beceriliydi. İyi atlar koşardı, onlarla öğünmeyi çok severdi. Çiftelerdeki evimizin avlumuza, köyden götürdüğüm borda kapıyı taktırmak istemiştim. Birkaç ustanın uğraşmasına rağmen teraziye, gönyeye dek getirip takamamışlardı. Bunu yaparsa anca Şükrü usta yapar dediler. O sıralarda Şükrü amcalar da Çiftelere yerleşmişlerdi. Gittim söyledim, ikiletmeden hemen geldi. Sağından baktı, solundan baktı ve işe girişti. Bir süre sonra işi halletmiş, tam istediğim gibi bir iş çıkarmıştı.
            Malzemelerini teşekkür ettim ve “Borcum ne kadar Şükrü Amca” diye sordum. Başını kaldırıp düşündü, saatine baktı sonrada “İşim 2 saat 10 dakika sürdü. Yevmiyem şu kadar. Hesaplar eve gönderirsin” dedi ve gitti. Ağzının ucuyla istemez demeden, ne verirsen ver gibi laflar kullanmadan, işi kestirip atması çok hoşuma gitmişti. Sonraları hacıya da gidip geldikten sonra, İstanbul’a çocuklarının yanına yerleşerek kalan ömrünü orda tamamladı.
            Meral, Derman, Muammer, Erol, Erhan diye çocukları vardır.
 
            AHMET DEMİR (Çelenaşğo)    Sülale adı= (VİGİKO)
            Çok sert görünüşünün altında yumuşak ve merhametli bir yapı taşıyan bir adamdı. Eli ağaç işlerine çok yatkındı. Kağnı, boyunduruk, tüfek kabzası, tırmık, ananat gibi aletlerin ustasıydı. Hele hiç çivi kullanmadan yaptığı tırmıklarla tırmık çekmek çok zevkli olurdu. Tırmık dişlerini uygun aralıkta ve aynı boyda yaptığından, onun onun tırmıkları geride sap bırakmazdı. Kezban, Ömer(Ramazan), Emriye, Fadime, Kevser, Ertuğrul, Emine diye çocukları olmuştur.
 
           YUSUF DEMİR (Delkan)         Sülale adı= (VİGİKO)
           Ahmet ve Şaban Demirin kardeşleriydi. Kendi işine gücüne bakan sessiz ve sakin bir adamdı.
          Aynur, Nurten, Nurşen, Servet, Şengül isimli çocukları olmuştur.
 
          ŞABAN DEMİR (Küçük Şaban)          Sülale adı= (VİGİKO)
          Pek at koşmadığı halde avlusunda mutlaka birkaç kısrak olurdu. Bunlardan olma tayları yetiştirirdi. Toplumun içine fazla karışmazdı ama bir araya gelindiğinde de muhabbeti zevk verirdi.
          Ölmez, Kadir, Bayram, Yaşar, Elmas isimli çocukları vardır.
 
      

                                

 
 





Sürüser ğog-( Erten Ağlarca yolu )

Sürüser ğog = Zamanında bu yol odun kaçakçılarının Haymana'ya Sivrihisar'a, Polatlı'ya odun götürürlerken kullandığı yoldu, halk o zamanlar Sivrihisar yolunu telaffuz edemediğinden ismi sürüser ğog ( Sivrihisar yolu ) olarak kalmıştır. Hatırlıyorum o zamanlar sık bir ormanın içinden yanyana uzayıp giden iki patikadan oluşmuş bir at arabası yoluydu. Kenarında ki ağaçlardan bazı yerlerde gökyüzü görünmezdi. Okullar kapanıp yaz tatili başladığında hemen köye koşardık Erten köyünden sonra ki bu 5 km lik yol bizi çok heyecanlandırırdı, yol bitmek bilmezdi. O ZAMANLAR ÇEVREMİZİN GÜZELİKLERİNİN FARKINA BİLE VARMAZDIK Biz bir an önce köye ulaşmayı isterdik. Ah şimdi aynı güzelikleri bulabilsek dağılmamış 80 hanelik köyümüzü geri getirebilsek, yayan da olsa o yolu defalarca yürümek bize hiç zor gelmezdi.



 







 
    
           AHMET SEYDİ TOPAK               Sülale adı =ŞEWOŞ
     
     Köyün en varlıklı kişilerindendi. Çocukluğumda atla çekilen ekin biçme makinesini sadece onlarda görmüştüm. Aynı zamanda hayvandan iyi anlar, hayvan alım satımı yapardı. Amcasının oğlu Musa ile afyona okumaya giderek 2 yıla yakın bir süre kalmışlardır. Nezihe, Hilmi, İlyas ve muzaffer diye çocukları olmuştur.

          BATTAL TOPAK            Sülale adı =ŞEWOŞ
         
Köyün hatırı sayılır insanlarındandı. Kişilere saygı duyar karşısındakine bey diye hitap ederdi. Köyde çalıştığım sıralarda uzun muhabbetler ederdik. Kendini yetiştirmiş, görmüş, geçirmiş biri olduğu için bu muhabbetlerden zevk alırdım. Çok ilginç bir özelliği vardı. Kendi tarlasından çıkan bir şinik buğdayı bir buğday çeçinin içine döküldüğünde tanırdı.
          Harman zamanı deneler çıkarıldığında çocuklar bayram yapardık. Annelerimiz bize el altından birer miltan buğday veya arpa verirlerdi. Vermezlerse de biz kendi harmanlarımızdan bir şekilde yürütürdük. Bunları da bakkala götürür bir şeyler alırdık.  Bakkalcıda bu buğdayları dükkânın bir köşesine döker birikince de çuvallar satardı. İşte böyle bir günde bakkala götürdüğüm buğday karşılığında bir şeyler alıyordum, Battal Amca içeri girdi, sigara aldı, o ara köşedeki buğday çeçine gözü ilişti, yaklaştı baktı ve:
          —Allah Allah daha bu gece deneyi çıkarttık ne zaman yetiştirdiler dedi.
          Gerçektende bu olaydan 5–10 dakika önce çocuklarından biri yarım teneke buğday getirmişti. 
           Sebiha, Fevzi, Yıldız, Kemal, Aysel, Filiz. Celal ve Nuran isimli çocukları vardır.



   HİLMi TOPAK                Sülale adı =
ŞEWOŞ
       Seydi Topak’ın oğludur. Hayvancılıktan iyi anlardı, hayvan hastalıkları ve tedavisi konusunda bilgiliydi. Avcılığa da merakı vardı. Bir domuz avı sırasında yaralı bir domuzun saldırısına uğrayarak bir parmağını kaybettikten sonra domuz avcılığı hastalık seviyesinde gelişmiştir.
        Nesrin, Nermin, Nurhan, Hasan isimli çocukları olmuştur.
        Ağlarca Erten arasında ki bir trafik kazasında vefat etmiştir,
 
        HAYDAR AYDOĞDU         Sülale adı =ÇIÇKAN
        Aslen Yazılıkaya köyündendir. Şewoşlar dan Mustafa Yenerle evli olan ablasının yanına gelip giderken ğhune İlyas’ın kızı ile evlenmiştir. Ğhune İlyas’ın oğlu olmaması, kızına düşkünlüğü gibi sebeplerden dolayı Ağlarca’ya yerleşmiştir.
         Fehmi, İsmet, Mürvet, Cevahir isimli çocukları olmuştur.
 
         FEHMİ AYDOĞDU          Sülale adı =ÇIÇKAN
        Haydar Aydoğdu’nun oğludur. Her yaptığı işi çok temiz yapardı. Çalışırken de kendini fazla yormazdı. Avcılığa da merakı vardı ve iyi avcıydı. Çalı dibindeki yatan tavşanı mutlaka görürdü. Duvar ustalığı da yapardı. Bir kaç dönem de muhtarlık yapmıştır. Muhtarlığı sırasında köye gelen devlet memuru ve diğer misafirleri çok iyi ağırlamasıyla isim yapmıştı.
    Ziyattin, Nurettin, Mürvet, Medine, İlyas, Aydın diye çocukları olmuştur.
 
       RAMAZAN OKAY             Sülale adı =KANŞAW
      Çok iyi mızıka çalardı. İyi de tırpan biçerdi ot biçme zamanı Marmara Bölgesine özellikle Gemlik yöresine giderdi. Hiç çocuğu olmamıştır
 
       RAMAZAN SEVEN              Sülale adı =ŞHAGUMDE
       Çok sakin sessiz bir adamdı. Köyden kırk yaşından sonra Eskişehir’e göç etmiştir. Mesut, Harun ve Cahit isimli çocukları olmuştur.
 
        MUSA TOPAK                      Sülale adı = ŞEWOŞ
     Amcasının oğlu şeydi Topakla afyona okumaya giden ilk köylülerimizden biridir. Afyon dan döndükten sonra köyde hayvancılık yapmaya başlamıştır. Çok güzel kavallar yapar aynı zamanda da çalardı.
       Hanife, Yusuf, Hamdi, Ramazan, Asaf, Selahattin isimli çocukları olmuştur.
 
        YUSUF TOPAK                  Sülale adı = ŞEWOŞ
        Çiftçiliği çitiye alan bu işi tüm kurallarıyla yapan birisiydi. Yılın kötü gelip milletin saçtığı tohumları kaldıramadığı yıllarda bile onun tarlalarında ki hâsılat hep yüz güldürürdü.
        İnsanlarla barışık bir yapısı vardı.
        Gülçin, Cevdet, Necdet ve Kezban isimli çocukları vardır.
 
        SELAHATTİN TOPAK         Sülale adı = ŞEWOŞ
       Çeşitli nedenlerden dolayı köy dışında uzun süreler kalmıştı. Çok geniş ufku olan yenilikleri kabul eden ve her fırsatta uygulayan birisiydi. Ev, mutfak, çocuk bakımı ile ilgili birçok şeyi köye o getirmiştir.
        Yılmaz, Gülnaz, Osman ve Yusuf diye çocukları vardır.
 
        ASAF TOPAK                 Sülale adı = ŞEWOŞ
        İyi bir duvar, çatı ustasıydı. Aynı zamanda marangozluk ta yapardı. Bir öğretmenle evli olduğu için köyde fazla kalmadı. Eşinin çalıştığı yerlerde bulunmak zorunda kaldı. Sonunda Eskişehir’e yerleşerek ömrünün sonuna kadar orada yaşadı. Avcılık merakı yüzünden köye sık sık gelirdi.
         Nurçin ve Müzeyyen diye iki kızı vardır.
 
         YAKUP URGAN            Sülale adı =NETAĞHO
        Çok genç yaşta beyin kanamasından kaybettiğimiz bir hemşerimizdir. D.S.İ ‘inde çalışmaktaydı. İyi akordion çalardı. İki kere evlenmiş hiç olmamıştır.
 
        HÜSEYİN ARSLAN          Sülale adı =THÂMEZ
       Çok çalışkan bir adamdı. Duvar ustalığı, marangozluk gibi maharetleri vardı. Esas ilgilendiği alan ise dağı bayırı kazarak su aramasıydı. Gerçi kimse onun su aradığına inanmaz, define aradığını söylerlerdi. Çocukları kazı yapmaya gitmesin diye kazma ile küreğini saklarlardı. O da yenisini alır akşam gelirken de dağda saklar gelirdi.
      Şakir, Şaban, Sefer, İsmail, Yüksel, Sabiha, Nezihe diye çocukları vardır.
 
        İSMAİL GÖKTEPE         Sülale adı =ŞHAGUMDE
       Etrafa nam salmış bir yiğitti. Tabiri caizse o zamanın tek kişilik mafyası idi. Bütün çevre köyleri İsmail Ağa dendi mi şöyle bir toparlanırlardı. O derece güçlü ve sözü geçer olmasına rağmen haksız yere kimsenin canını yakmamıştır.
Seyit Ahmet, Recep ve Halise diye çocukları olmuştur.
 
         SEYİT AHMET GÖKTEPE     Sülale adı =ŞHAGUMDE
        Babası İsmail ağanın yolundan gitmeyi tercih etmiştir. Babasının ismi onu bir yerlere getirdiyse de kendisinde pek bir şey olmadığından namını yürütememiştir. Bir müddet sonrada sonra da köyü ve etrafı terk etmiştir. Uzun yıllar sonra da Sinop hapishanesinde öldüğü haberi gelmiştir. İki kere evlenmiştir bir kız çocuğu olmuştur ama çevremizdeki hiç kimse ne ismini nede nerede yaşadığını bilmemektedir.
 
         RECEP GÖKTEPE         Sülale adı =ŞHAGUMDE
         Orta boylu ama yapılı biriydi. Çok yürekli ve gözü karaydı. Babası İsmail Ağanın özelliklerine sahipti. Uzun yıllar köyde koruculuk yaptı. Onun koruculuğu sırasında köylü mera açısından çok rahat etti. O da ağabeyi gibi köyü terk ederek İstanbul civarlarına gitti. Buralarda bir müddet fedailik yaptı. Karıştığı bir kavga sonunda aldığı bıçak darbeleri yüzünden kaldırıldığı hastanede öldü. H,ç evlenmedi.
 
           MUZAFFER ESEN      Sülale adı =PSİNETĞUÇH
         Hareketli hayatı seven biriydi. Babasını kaybettikten sonra durgunlaştı, arkasından da ailece köyden ayrılarak Çiftelere yerleştiler. Orada uzun süre bakkal dükkânı çalıştırdı.
           Kader, Sıla, Sefa ve Kısmet isimli çocukları olmuştur.
 
           KADER ESEN         Sülale adı =PSİNETĞUÇH
          Muzaffer Esen’in oğludur. Astsubay olarak orduda görev yapıyordu. Genç yaşında bir trafik kazası sonunda aramızdan ayrılmıştır.
 
          HASAN DERE       Sülale adı= KOCA İMAMLAR
         Babası komşu Han ilçesinden olmasına rağmen, onun ölümünden sonra annesi ile birlikte köye gelip yerleşmişlerdir. Sülale isminin köyümüzdeki sülalelerden olmamasının sebebi budur. On elinde on marifet var derler ya, tam onun için söylenmiştir san ki. Üst seviyede marangozluğu, demirciliği vardı, köyde dükkân çalıştırırdı, pazarlarda ayakkabı satardı, bunun yanı sıra otobüs. İşletmeciliği de yapmıştır. Hiç evlenmemiştir.
 
         KARABEY OKAY         Sülale adı =KANŞAW 
        Köyün ilk berberiydi. Uzun yıllarda muhtarlık yaptı. Sonraları bir devlet kuruluşuna girerek şehre yerleşti ve emekli oldu. Zehra, Hasibe, Necdet, Nihat, Atnan diye çocukları oldu.
 
         CEMAL ÖZCAN           Sülale adı =GUĞOJ
         Her şeyden az buçuk anlayan birisiydi. Hastalara iğne yapar, duvar ve çatı ustalığını da becerirdi. Çok ağırkanlı ve uyumayı seven biriydi. Nerde olursa olsun ilk fırsatta gözlerini kapardı. Büyük bir ihtimalle “Ben uyumuyorum gözlerimi dinlendiriyorum “Sözü sözünün kaynağı Cemal amcadır.
         Yıldırım ve Nemciye isimli iki çocuğu olmuştur.
 
         RECEP URGAN          Sülale adı =NETAĞHE
         Köyde uzun süre kalmamıştır. Çifteler’e göç ettikten sonra Bingeşik Köyünden Dönmezlerle ortak kamyon alarak nakliye işi yapmıştır. Sonradan ayrılarak bu işi kendi başına sürdürmüştür. Ortaklığı sırasında kullandığı arabanın üstünde dönmez yazdığı için çalıştığı yıllarda dönmez Recep olarak bilinmiştir. Babası İlyas Hoca gibi mukallit ve hazır cevaptı.
         Muhsin, Şükran, Şükriye isimli çocukları olmuştur.
 
         KAMİL URGAN       Sülale adı =NETAĞHE
        Annesi ölüp babası İlyas Hoca tekrar evlendiğin de,  10–11 yaşlarında köyü terk etmiş uzun yıllar kendisinden hiç haber alınamamıştır. Sonraları Balıkesir’e yerleştiği varlıklı bir kadınla evlendiği öğrenilmiştir. Ömrünün son on yılında ise her yıl birkaç kere köye gelerek hasret gidermiştir. Onun bu gelişleri sırasında köydeki çocuk yaştakiler onu mesir macuncu Amca diye hatırlarlar. Bunun sebebi de her gelişinde çocuklara macun şekeri dağıtmasıydı.
Hiç çocuğu olmadı.
 
         ARİF GÖKTEPE       Sülale adı =ŞHAGUMDE
         Köyümüzün hatta civarın en iyi duvar ve çatı ustasıydı. Bilhassa baca yapımında çok ustaydı. Dediklerine göre bu güne kadar yaptığı hiçbir baca hangi rüzgâr eserse essin çekmezlik yapmamıştı.
         Mahmut, İhsan ve Nurhayat isimli çocukları olmuştur.
 
         APDULLAH GÖKTEPE   Sülale adı =ŞHAGUMDE
       Çok tez canlı ve seri birisiydi. Onunla yola gidenler o normal yürüyüşünde giderken koşmak mecburiyetinde kalırlardı.
İki kere evlenmiş, hiç çocuğu olmamıştır.
    
         RASİM TIRPAN           Sülale adı = ŞEWOŞ
Evleri Erten yolundan köye girip köy meydanına gelindiğinde, meydanın sağında, Fehmi Aydoğdu’nun evinin karşısındaydı. Bu gün orada hala bir taş yığının dan oluşan bir viranelik vardır. Sivri kişilikleri olmayan sakin bir adamdı.
         Ramazan, Sadettin, Zekeriya, Hasan Tahsin, Zehra isimli çocukları vardır.
 
         HAMİT TIRPAN           Sülale adı = ŞEWOŞ
        Cambazlık yani hayvan alım satımı ile uğraşırdı. Uzun süre köy muhtarlığı yapmıştır. Sonralara Çifteler’e yerleşmiştir.
         Makbule, Mediha isimli iki çocuğu olmuştur.
 
         KERİM OKAY                Sülale adı =KANŞAW 
         İnsanları seven onlarla geçinmeyi ön planda tutan, eşi, tostu, hasta ve yaşlıları ziyaret etmeyi seven birisiydi. Elinden hemen hemen her türlü iş gelirdi. Bilhassa ağaç işçiliğinde ustaydı. Uzun yıllar Köy Hizmetlerinde çalıştıktan sonra emekli olmuştur.
         Aziz, Yusuf, Necdet isimli çocukları olmuştur
 
         AZİZ OKAY                  Sülale adı =KANŞAW 
        Kerim Okay’ın oğlu ve başarılı bir inşaat mühendisiydi Resim yapmayı sever, bu konuda başarılı çalışmalar da yapardı. Adiğeliğe, adet ve törelere düşkündü. Daha 36 yaşındayken
Köylülerimizin çoğunun yakalandığı kansere yenik düşmüştür.
         Evli ve Aslı isimli bir kızı vardır.
 
         HASAN TAHSİN YENER.   Sülale adı = ŞEWOŞ
         Çok ağır başlı bir insandı. Hayvanları çok severdi. Onun yabancı bir sürünün içine girmiş kendisine ait bir koyunu uzaktan tanıyabildiğini söylerler.
         Hayati, Fethiye, Zahide, Zekayi isimli çocukları vardır.
 
         İSMAİL HAKKI YENER     Sülale adı = ŞEWOŞ
        Ailesinin karşı çıkmasına rağmen Hamidiye Köy Enstitüsünü bitirerek, köyümüzde yetişen ilk öğretmen olmuştur. Köyümüzde de ilk defa okulu o açmış, eğitimin halk tarafından benimsenip kabullenmesi için büyük emek sarf etmiştir. 15 yıllık öğretmen ve beş çocuk babasıyken eğitim enstitüsünü dışarıdan bitirerek, ilkokul öğretmenliğinden orta-lise öğretmenliğine geçmiştir. Okumayı, okuyanı çok seven, tahsile aşırı önem veren birisiydi.
          Gülseren, Zeki, Güler, Gülten, Gülsen isimli çocukları olmuştur.
 
         ENVER SARIBARDAK      Sülale adı =RATKO
        Annesi tarafından çok nazlı yetiştirilmiş, güçlü, kuvvetli bir insandı. Saf görünümünün altında parlak bir zekâsı vardı. Hiç evlenmedi.
 
         AHMET OCAK           Sülale adı =NIVG
         Nivgko Ahmet dendi mi tırpan akla gelirdi. Tırpana çok güzel düzen verirmiş. Onun düzen verdiği tırpanlar kendi kendine ekin biçer derlerdi. Kendiside zamanın en usta tırpancısıymış. Günde 6–7 dölüm yer biçebilirmiş.
         Kâmil isminde bir oğlu olmuştur.
 
         KÂMİL OCAK          Sülale adı =NIVG
        Çok tez canlı birisiydi. Sabahları erken kalkar, işlerini çok hızlı görürdü. Yolda birlikte yürürken ona yetişebilmek için durmadan koşmak gerekirdi. Bir sabah sofrada otururlarken sana yağı biter. Küçük kızı da sana yağını pek sevmektedir. Kimseye hissettirmeden kalkar 5 km uzaklıktaki Kayı Köyüne gider, daha ev halkı sofradan kalkmadan sana yağını getirir gelir. Bunun yanı sıra çabuk parlayan o derecede de çabuk yumuşayan bir kişiliği vardı.
        Mevlit, Şemsettin, Nurettin, Cevdet, Cevahir, Çevriye, Sultan ve Songül isimli çocukları vardır.
 
        ALE OCAK             Sülale adı =NIVG
        Zamanın ve bölgenin en büyük yılkısına sahipti. Atları çok sever ve onlarla iyi anlaşırdı. Yılkıdan ondan habersiz hiç kimse bir at alamazdı. Ancak o giderse aygırlar yılkıdan at alınmasına izin verirlerdi. Yılkı iki ayda bir köye tuza geldiğinde aygırlarla özel ilgilenir onlarla çocukları gibi konuşur, avucuyla kuru üzüm yedirirdi.
      Yusuf, Mehmet; Salih, Hava isimli çocukları olmuştur. Bunlardan Yusuf ve Mehmet seferberlikte kalmışlardır.
 
        SALİH OCAK             Sülale adı =NIVG
        Ağır işlerde çalışmayı sevmez her gittiği yere atla giderdi. Dörtnala giden bir atın sırtındayken yerdeki demir parayı alabilecek kadar iyi bir biniciydi. Uzun yıllar koruculuk yaptı. Tez canlı olmasından dolayı, bu görevi sırasında köye vergi toplamaya gelen tahsildarlarla sık sık vuku atları olurdu,
       Nazire, Gülizar, Hava, Nimet, Kıymet ve Orhan isimli çocukları olmuştur.  


 




 
 

Next butonuna basarak sayfaları çevirebilirsiniz. 
 










   
          
AĞLARCALI
        1980 li yıllardaydı. Ova köylerinden birinden Hasan isminde bir delikanlı korucu olarak Ağlarca’ ya gelmiş koruculuk, sığır çobanlığı derken uzun yıllar kalmıştı. Artık ilçede, yolda, belde her sorana Ağlarca lıyım diyordu. Bu köyün genç lerinin hiç hoşuna gitmiyordu.
Bir Cuma günü bu gençlerden bir kaçı ile Hasan’la birlikte Çiftelere pazara giderler. Herkes işini gördükten sonra bir araya gelirler yemek yer, çay içerler. Daha sonra da Ağlarca dan berber İsmet Gürses’in ustası olan Sarı Süleyman’ın orada traş olmaya giderler. Gençlerden biri önceden gitmiş Süleyman abi'ye gerekli talimatı vermiştir. Berber dükkânında biraz bekledikten sonra sıra gelir. Sarı Süleyman Hasan’ı oturtur koltuğa. Havlusunu boynuna koyarken bir taraftan da sorar:
—Hemşerim seni yeni görüyorum nerelisin sen der?
Hasan hiç düşünmeden
—Ağlarca lıyım der.
Berber Süleyman Ağlarca’lıların yiğitliklerinden, cesaretlerinden biraz söz ettikten sonra Hasan’a:
—Ağlarcalılar devamlı sabunsuz traş olurlar, sende sabunsuz olacaksın herhalde der.
Hasan hiç ikiletmeden:
—Elbette diye cevap verir.
Traşın yarısına gelindiğinde gözlerinden yaşlar boşanmış, dayanacak gücü kalmamıştı, berberin kolundan tutarak:
—Usta ben Ağlarca’ya sonradan geldim, sen öteki tarafı sabunlu traş et der.
O günden bu yana da onun Ağlarcalıyım dediğini kimse duymaz.

                                                                              

      ÇERKESCE BİLEN DOMUZ                           
      Yıllar önce Ağlarca da bir grup domuz avına çıkmış.Avcılar bilirler öneze denilen bir avlanma tekniği vardır.Avcılar iki üç gruba ayrılır ve farklı yerlere konuçlanırlar.Bizimkilerde öyle yapmışlar.Başlamışlar beklemeye ve beklenen olmuş bir domuz sürüsü onlara doğru yaklaşıyormuş ancak 1.ci gruptakiler ateş edemeden domuzlar aşağıya 2.ci gruba yönelmiş.Birinci gruptaki avcılardan biri ikinci gruba seslenmiş.Tabii ki Çerkezce:
-Domuzlar size doğru geliyor.
Tesadüf bu yana domuzlar geri dönmüşler. Bizim avcı yerinden doğrulmuş sinirle
-Yahu bu domuzlar Çerkezce de biliyor...
                GÖN=(Cevher Ateş)
   
         NEREDEYDİ?
        Ağlarca’ya Erten yolundan girişte sağ taraftaki Hasan Amcanın evinden sonra, sağda kanşaw Aziz Okay’ın,onun tam karşısında da, yolun sol tarafında şewoş Battal Topak’ın evi vardır.
Battal amcanın hanımı (netağhe)Nazike Teyze ile (abzâğh) Kure Teyze hemen hemen her gün karşılaşırlar birkaç çift söz ederlerdi.
O ara Nazike Teyze’nin oğlu Fevzi(Çakmak) askere gider 2 yılı tamamlar gelir.
Bundan sonra ki günlerin birinde Kure Teyze, Nazike Teyze’ye sorar.
—Senin oğlan birkaç gündür gözükmüyordu nerelerdeydi.
Nazike Teyze şaşırır, kızar, ne diyeceğini bilemez, sonra da:
—Mezim şomiç yiğestine şiâğ(Dağda kömür yakmaya kalıyordu) der ve hırsla uzaklaşır.
                            

      TASMA
      Hayvancılık yaptığım yıllarda hayvanları yazın Ağlarca’ya yaylıma götürüyor, kışın da Çiftelere getiriyordum. Yine bir yaz sonu hayvanları taşımak için kamyon lazım oldu. Köyümüzden netağhe İlyas Hoca’nın oğlu Recep Urgan’a gittim. O da kamyonun anahtarını oğlu Muhsin’e vererek:
—Çocukla getiriverin dedi.
Hayvanları yükleyip yola çıktık: Tam Erten’nin üstündeki rampadan aşağıya inerken yola fırlayan bir köpeği ezmek mecburiyetinde kaldık.
Köpek, Erten den Ali rıza amcanın dı. Birkaç kere önümüze çıktıysa da bizden bir şey çıkmayacağını anlayınca, bir Cuma günü Recep amcayı pazarda yakalar:
—Senin çocuk iki kuzulu koyuna aldığım köpeği ezdi diye şikâyette bulunur.
Recep Amca gayet kızgın bir şekil de.
—Vay namussuzlar der.
Ali rıza ümitlenmiştir köpeğin parasını kurtarabilecem diye.
Recep Amca birden Alirıza’ya dönerek:
—Köpeğin boynunda dikenli tasma varmıy dı.
Alirıza şaşkın sorunun sebebini anlayamamıştır, ama yinede:
—Yoktu der.
Recep Amca’nın yüzünde bir yumuşama belirir.
--İyi o zaman lastiğe bir şey olmamıştır. Der ve uzaklaşır.

 
      GUFABE
       Büyük göçten önceki yıllarda, Kafkasya’da bir köyde, GUFABE isimli bir kız vardı. Aklı, becerikliliği, güzelliği, yemek yapma ve misafir ağırlamadaki hüneri tüm Adıge köylerine yayılmıştı.
Gufabe’nin namını dağ köylerinde yaşayan şahpsığ beyi Ale’de duyar.
Bu kızı gidip görmeye, sınamaya karar verir. Atını eğerletir yola çıkar.
Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Gufabe’nin köyüne ulaşır. Gufabe gile misafir olur. Hemen atı pşerahlerce alınır kendiside haçeşe konuk edilerek istirahati sağlanır. Bir müttet sonra Gufabe elinde yemek tepsisiyle gelir. Yanındada sofra altlığını, ekmeği, suyu taşıyan kızlar vardır. Gufabe sofrayı kurar, misafirine hoş geldin verir, halini hatırını sorar sonrada sofraya buyur ederek; misafirinin bir isteği olursa,  karşılamak üzere kapının yanında beklemeye başlar.
Sofradaki dumanı tüten kaynar çorbayı gören ALE’nin aklına bir hinlik gelir. Hemen sıcak çorbadan bir kaşık alır, ağzı yanmış ama bunu ev sahibesine hissettirmeyen biri pozisyonuna girer. Sanki çorbanın kaynar olmasından ev sahibesini suçlar gibi bir durum yaratır.
Durumu hemen kavrayan Gufabe, hiç bırşey anlamamış gibi osırada kapının önüne gelen tavuğu eliyle kovalayarak:
—Şıv ket, them stirim yiçiu zereğevçie yöreğevçiibe. Der.     “kiş tavuk Allah seni çorbanın üstünün soğuduğu gibi soğutsun.”
(Derleyen)**** Orhan Ocak)

       AYI ÖLDÜREN
       Eskiden köylerimizde, avluları ve harman yerlerinisüpürmek için. ŞENİ denen bir çeşit çalıdan yapılan süpürgeler vardı. Köyün kadınları ve kızları belirlenen bir gün toplanırlar, dağları iyi bilen birinin önderliğinde bu süpürgeliklerden toplamaya giderlerdi. Yine bir gün toplanıp gittiklerinde, biraz geç kalırlar, o ara Habibat adında bir kız gruptan ayrılır ve kaybolur. Diğerleri de bunun farkına varmadan dönerler.
Hava kararınca, kendisini aramaya çıkanlar gelesiye kadar bir armut ağacına çıkar. Bir müddet sonra canı armut yemek isteyen bir ayıda ağaca çıkar.
Ayı armutları kopararak ay ışığına tutup olgunluklarını kontrol ede ede yemeye başlar.
Bir ara ayının ay ışığına tuttuğu armudu kendisine uzatıldığını sanan kız:
-istemiyoruuuuuuum……diye  bağırır.
Bu ani sesi duyan ayı şaşırır ve ağaçtan düşerek ölür.           
(Derleyen)**** Orhan Ocak)
 

        İKİ TARAFTA HAKLI
        İkinci dünya harbi sıralarında ekonomi bozuk vergiler ağırdı. Bu nedenle köye gelen tahsildarlarla köylüler arasında sık sık tartışmalar yaşanırdı. İşte böyle bir tartışmanın sonucu kavgaya dönüşür.    
O zaman muhtar olan Nağ da olay mahallindedir. Ne yapacağını şaşırır. Köylüden yana mı? Olacaktı, yoksa memurdan yana mı?
Pratik zekâsı hemen bir çare bulur. Kavga edenlerin arasına girerek    
Türkçe:
—Yapmayın, etmeyin arkadaşlar derken:
Çerkezce:
—Şov yani yeğeçez, der.”Vurun anasını satayım.”
Olay mahkemeye intikal eder.
Memur:-Muhtarın vurmayın demesine rağmen vurdular.
Köylüler:-Muhtar vur dedi vurduk.  Diye ifade verirler.
Hâkim muhtara dönerek:
—Ne diyorsun bu işe, hangi taraf doğruyu söylüyor? Diye sorar.
Muhtar kara kara düşünür, doğruyu söyleyeceğine yeminde etmiştir.  
Sonra:
—Vallahi hâkim beyim bence iki tarafta doğruyu söylüyor. Der
 (Derleyen)**** Orhan Ocak)
 

      OĞLAK
      Hayvanın para etmediği hatta vergisinin değerinden çok olduğu yıllarda, tahsildarlar köye hayvan tespiti yapmaya gelmişlerdir.
Memurlar evleri tek gezerek, gerekirse köşe bucak arayarak hayvanları tespit etmektedirler.
O günlerde Nefij Ninenin de olan tek keçisi oğlaklamıştır.
Nine hiç olmazsa oğlağı bari yazdırmamak için saklamaya karar verir. 
Oğlağı güzelce kundaklayarak beşiğe yatırır. Memurlar evi arayıp tam evden çıkarlarken oğlak melemeye başlar.
Nine hiç istifini bozmaz. Memurların arkasından merakla dolaşan çocuklara dönerek:
—Ben size bu çocuğu sık sık oğlakların yanına götürmeyin demedim mi? Bakın oğlakları taklit ediyor der.
(Derleyen) Orhan Ocak)     
                                                     


      ADRES
      Zamanında tarımda makineleşmenin bu kadar gelişmediği yıllarda, köyün iyi tırpancıları, Bandırma, Gemlik taraflarına ot biçmeye giderlerdi.
Ramazan Amca da o yıl tırpancılarla birlikte Gemlik’e gider.
Biraz uzun süre kalmış olacak ki, hanımı mektup yazar. Kazaya inen muhtara da mektubu atması için verir.
Muhtar:-İyi ama nise bunun adresi yok, ne yazacağız?  Diye sorar.  Ramazan amcanın hanımı hiç düşünmeden:
—Aşu onu bilmeyecek ne var, Mezenej Gemlik yazdın mı gider, der.
(Derleyen)****Orhan Ocak) 

        KUTUDAKİ TAVŞAN
        Yaz aylarında köylüler ya Seydi’nin samanlığı arkasında ya da caminin önündeki, uzun ağaçların üzerine oturarak muhabbet ederlerdi.
O günde rahmetli Fehmi ağabey, rahmetli İzzet enişte, rahmetli Hilmi ağabey birde Şakır ağabey toplanmışlar muhabbet ediyorlardı.
Tabii hepsi avcı olduğundan konu avcılıktı. Herkes kendi kupayının (av köpeği ) ne kadar iyi olduğunu anlattı, örnekler verdi. Sıra Şakır ağabeye gelmişti. O akıcı ifadesiyle anlatmaya başladı.
Geçen sene Sarıbel de avlanıyordum, köpek ilerideki bir çalıdan bir tavşan kaldırdı. Kaldırdı kaldırmasına ama kovalamadı. Çalının dibini yırtınırcasına kazmaya başladı. Tasmasından tutup ayırdım ama o döndü aynı yeri eşelemeye devam etti. Artık bende çaresiz başında beklemeye başladım, biraz sonra kazdığı yerden paslı bir tütün tabakası çıkardı.
Hayretler içinde tabakayı elime aldım evirdim çevirdim bir mana veremedim, tabakanın üzerinde ki pası biraz elimle silince ne görsem beğenirsiniz! Tabakanın üzerinde kocaman besili bir tavşan resmi vardı.
Herkes birbirine baktı kaldı.
Bende içimden *pes doğrusu dedim*. 
(Derleyen ) ****Orhan Ocak

 

       ANNEM GÖNDERMİYOR
       Köyde radıkolardan Enver diye biri vardı. Annesi onu çok nazlı yetiştirmiş,
Dizinin dibinden ayırmamıştı. Köy den de hiç çıkmamıştı. Günün birinde askerlik celbi gelir. Annesi ona* git komutana söyle annem beni göndermiyor* de demiş.
Enver de buna inanmış, ertesi gün doğru kazaya inmiş. Sora sora şubeyi bulmuş ve aynen annesinin dediği gibi.
— Ben gitmek istiyorum ama annem göndermiyor demiş. 
(Derleyen ) ****Orhan Ocak
 

       BİR KAHVE GETİR
       Enver askerlik şubesin den çıktıktan sonra ilçenin tek oteline yerleşir. Akşam olur odacı yatağı hazırlayıp çıkıp gider. Enver ışığı bir türlü söndüremez. Üfler olmaz sallar olmaz.
Ama bizim Enver aslında çok zekidir. Hemen yatağın başucunda ki zili çalar.
Kendiside sırtını duvara dayayıp, ayak ayaküstüne atarak beklemeye başlar. Gelen görevliden
Bir kahve ister.
Biraz sonra kahveyi getiren görevli bir müttet sonrada boşu almaya geldiğinde, Enver gayet hakimane bir sesle;
— Çıkarken ışığı da söndürüver. Der.
Görevli çıktıktan sonra Enver ışığı birkaç kere açar ve kapar. Sonrada vurur kafayı yatar.
(Derleyen )****Orhan O cak
 

       MUZKA
       Hatice teyze uzun zamandır hastadır. Doktor, ilaç çare etmemiştir. En son birde hocaya baktırıp Muska yazdırmak isterler. Akrabalardan iki delikanlıyı, komşu bir Çerkez köyünde ki hocaya muska yazdırmaya gönderirler.
Şaban ve Muzaffer isimli bu iki kafadar ikindiye doğru yola çıkarlar. Akşama da gidecekleri köye varırlar. Köye girdiklerinde kulaklarına mızıka ve tahta sesi gelir. Doğru o tarafa yönelirler ve kendilerini düğünün içinde bulurlar. Oyunmuş kâşenmiş derken kendilerini düğüne kaptırır hocayı unuturlar.
Sabaha kadar devam eden düğün dağılınca hemen hocanın evine koşarlar ama hoca bir iş için sabah postası ile şehre gitmiştir.
Bizim kafadarlar çaresiz köyün yolunu tutarlar. İçlerinde de korku vardır. Tam mısğayıj psine ye geldiklerinde akıllarına bir şey gelir. Çeşmenin başına otururlar ve güzel bir muska hazırlarlar. İçine de o gece düğünde yaptıkları dejuvleri yazarlar.
Köye geldiklerinde de emaneti teyzeye verir kullanımını da bir güzel anlatırlar. Teyzemiz reçeteyi kullanmaya, dejuyleri suya atıp içmeye başlayınca hemen iyi olur ve ayağa kalkar. Hiç olmadığı kadar sağlıklıdır artık.
Günler geçmeye başlar, herkes hocanın ne kadar güçlü olduğunu kulaktan kulağa anlatmaya başlamıştır.
Ta ki teyzemizin beyi Cemil çavuş merakından muskayı açıp içinde kileri göresiye kadar.
İş meydana çıkınca teyzemiz hemen geri hastalanır yatar.

       ÇOK ZALIMSIN
       Köyde NETÂĞHE ler den İlyas Hoca vardı. Hak almadan hocalık yapardı. Mukallit hazır cevap ve çok çalışkan biriydi.
Bir gün hanımıyla ters düşerler, hanımı durmadan çekişmeye başlar.
İlyas Hoca bir an hanımın susmasını değerlendirerek;
—Ulen hatun çok zalımsın ama illaki lazımsın der.
Kendisine şaşkın şaşkın bakan karısına aldırmadan evden çıkar ve işine gider.
 

       BU GÜN GİT YARIN GEL
       Bir gün Kâmil Amca ile İlyas Hoca’nın oğlu Mehmet emin kavga ederler. Orda bulunanlar araya girer işi tatlıya bağlarlar. Kâmil Amca eve gittikten sonra tekrardan alevlenir ve kavga için İlyas Hocaların evinde alır soluğu.
Hoca da acil bir yere gidecek, atları arabaya koşmuş tam binmeye hazırlanmaktadır. Kâmil amcanın gelişinden durumu anlar, onun konuşmasına fırsat vermeden;
—Ulen hemşerim bu gün çok işim var, yarın gel kavgamızı edelim der. 

       KAFAYA DUMAN
       Rahmetli Hoca sigara içenlere çok kızardı.
—Ulen hemşerim bunu içeceğine, çık dam başına bacaya ağzını daya oda duman buda duman derdi.
Bir gün yine Seydi’nin samanlığın arkasında oturanlardan sigara içenlere aynı şeyi der ve yanlarından geçerek namaza gider.
Dönüşte aynı yerde oturan adamların yanına oturur ve muhabbete katılır. Konuşmanın tam hararetlendiği yerde, yanındakine dönerek:
—İnsana iman, kafaya duman ver bakalım bir cıgara der,
 

         MİNAREDEN MESAJ
         İlyas hoca  sıcak bir mayıs ayının günlerinden birinde ikindi ezanını okumak için köyün ağaç minaresine çıkar. Tam ezanı yarılamıştır ki köyün kıyısındaki arpalıklarına hayvanların girmiş olduğunu görür. Hemen ezanı yarıda keser ve:
—Nahar, Recep, Mehmet Emin tarlaya koşun, tarlaya koşun diye mesajını verdikten sonra,  ezana kaldığı yerden devam eder.
 

        EZAN
        Yaz aylarında köyün çocukları topluca camide açılan Kuran kurslarına giderdik. Bu kurslar sırasında ezan vakti geldi mi hoca işaret eder içimizden önce davranan biride; çok orijinal şekilde büyümüş büyük bir ardıç ağacından oluşan minareye çıkar ezanı okurdu. Ezanı okuyan bütün gün gururlanarak dolaşırdı. Hepimiz şu veya bu şekilde birkaç kere bu işi başarmıştık. Yalnız Nacibey bu işi hiç becerememişti.
Bir gün derse girmeden evvel toplandığımızda, bana göreceksin bak ezanı bu gün ben okuyacağım dedi. Bende hiç aldırmamıştım.
Derse girdik vakit gelip hocanın işaretiyle hepimiz birden fırladık. Bu gün çok önemliydi çünkü köyde bir misafir kız vardı, herkes bir şekilde ona hava atmak istiyordu. Hızlı davranan birkaç kişi merdivenin basamaklarının başına gelmiştik ki yukarıdan ezan sesi başladı.
Hepimiz donduk kaldık. Meğer Nacibey derse girmemiş, minarenin tepesine çıkarak ezan vaktini orda beklemiş

 

 


     
****Ağlarca Köyü'nden Fetiye ASLAN BU SABAH ( 01 EYLÜL 2013 TARİHİNDE ) vefat ETMİŞTİR. 
GENİŞ BİLGİ İçin Fetiye ASLAN 






              AĞLARCA KÖYÜ ==> Doğup büyüdüğüm, sokaklarında ağaç dalından atımla koşuştuğum, hıdırlezlerde boyanmış yumurtalarımı çayırlarında yuvarladığım, göletlerinde çimdiğim, soğuğunda üşüyüp, sıcağında terlediğim, bahçelerinden erik, tarlalarından nohut çaldığım, dağlarından kiraz, fındık topladığım, büyüyüp delikanlı olduğumda, meralarında at koşturduğum, sokaklarında sevdalandığım Köyüm.....................

 

 



Bu sayfalardaki hikayelerin tamamı yaşanmış hayat hikayeleridir. Hepsinin içinde döneminin bir töresi veya geleneği gizlidir. Bizim yaptığımız hikayeleri yaşayan kişilerden veya ikinci nesillereinden duyduklarımızı özüne dokunmadan biraz süslemek olmuştur. 
Yeşili sev, yeşili koru.
 

 
 
               BOĞMACA OCAĞI
           Ağlarca Köyü'nde Psinetğuçh sülalesinin erkekleri, boğmaca hastalığının ocağı ( şıfa kaynağı ) olarak bilinirlerdi. Yazın sıcaklarında kışın dondurucu soğuklarında hiç bir engel tanımayan insanlar rahatsızlanan çocuklarını köye getirirler ve bu ocakta derman ararlardı. Canab-ı Allah'ın kutreti sorgulanmaz , boğazları şişmiş bir parça ekmek değil bir yudum su içemiyen kaç çocuğun tedaviden sonra  ocağın ekmeği diye verilen ekmeği iştahla yediğini gözümle gördüm. ( Ocak ekmeği özel bir ekmek değildi, o hane halkının kendileri için pişirdikleri normal ekmekti.)  
           Hastalara sulalenin en yaşlıları bakardı hiç bir zaman sülalenin bir ferdi kendisine getirilen hastaya bakmaz thematelerine yönlendirilirlerdi. Ben Ramazan Esen, Şaban Esen ve İzzet Esen'in günlerini hatırlıyorum. Şimdi hepsi rahmetli oldu, Allah mekanlarını cennet etsin.
           Hastalardan hiç bir zaman ücret ve hediye kabul edilmezdi.
           Bu insanların bu becerisi, yıllar yıllar önce dedelerinden birinin bir sansarı baş ve işaret parmaklarının arasında boğması sonucu kazanıldığı anlatılırdı.
          Tedavi yöntemide hasta çocuğun karşıya alınarak bir kaç dua okunup baş ve işaret parmakları ile hastanın boynunun sıvazlanması şeklinde olurdu. Okunan özel bir dua yoktu hatta hiç dua okunmadan Tanr'ya sığınılarak ondan şefaat dileme yolu ile de yapılabilirdi.


 
 
                         
           DELİKLİ TAŞ EFSANESİ
           Köyümüzün kili mevkiinde, köye 700-800 m uzaklıkta bir insanın dizleri ve ellerinin üstünde apalıyarak geçebilecekleri bir deliği olan bir kaya vardı, etrafında onu koruma altına almışcasına yükselen meşe ağaçları vardı. Bu ağaçlara buraya gelip dilek diliyen veya adak adayanlar bez bağlardı.
 
Çocukluğumuzda iki tür işlevi vardı bu delikli taşın. Birincisi: Zorda kalanlar o zorluğu atlattıklarında çocukları delikli taşa götüreceğim der adak adarlardı. Dilek gerçekleştiğinde mutlaka bir horoz kesilerek yemek hazırlanır ve delikli taşın 
 yanında çocuklara yedirilirdi. Bu yemeklerin bir özelliği vardı, herkes kaşığını kendi götürürdü. Delikli taşın ikinci işlevinde ise, hastalar, çocuğu olmayanlar gibi dertlerden muzdarip olanlar, gene bir horoz keserek yemek hazırlar, çocukları delikli taşa götürürlerdi. Yalnız bu sefer çocuklar yemek yerken hasta delikli taştan geçirilir başındaki ağaca da bez bağlanırdı.

          
Bu gün şifa niyetine ziyaret ediliyormu bilmiyorum ama etrafında ki meşelerin altında bol miktarda mantar ocağı olduğundan mantar zamanı oraya mutlaka uğrarım. Mantar olur olmaz ama ben kayanın bir ucuna oturur dinlenirim. Bu dinlenme sırasında da köye doğru baktığımda başında büyük bir tepsi ile şipsi-pasta taşıyan bir teyzeyi ve onun arkasından bellerinde tahta kaşıklarla koşuşarak gelen çocukları görür gibi olurum. 
           

 
                

AĞLARCA'DA ÖZEL REFERANDUMLAR
        
Ağlarca tarihinde sadece Ağlarca'yı ilgilendiren ve geleceğine yön verecek iki referandum yapılmıştır. Bunların tarihlerini tam hatırlamıyorum verdiğim tarihlerde birkaç sene oynayabilir.
          1.Referandum 1950 li yıllarda yapılmış, ilçe olarak Emirdağ'ından ayrılarak Çifteler'e bağlanma isteği oylanmış ve büyük çoğunluk oyunu Çifteler'e bağlanma yolunda kullanmuştır.
          2.Referandum ise 1980 li yıllarda zamanın hükümetince Han köyü'nün ilçe yapılmasına karar verildiğinde Han'ın nüfusu ilçe olmaya gerekli nüfusa sahip olmadığından Tepeköy, Erten, Başara ve Ağlarca köylerine Han'ın mahallesi statüsü verilmek istenmiş ama yapılan oylamada büyük bir çoğunlukla red edilmiştir.

 


 

Gupse KAYRA
Resim güncellenmiştir-2009

  

  Hoş geldin Gupse KAYRA

 

 Ağlarca Köyünden Arzu-Tamer çiftinin 
12.03.2009 tarihinde bir kız çocukları dünyaya gelmiştir.
Anne ve babasını kutlar kızımıza da sevdikleri ve sevenleri ile birlikte geçireceği mutlu ve sağlıklı bir ömür dileriz.
aglarca2007.tr.gg
13.03.20



Müge NERİS YENEr
(Resim güncellenmiştir)
    Ağlarca köyünden Ülkü-Vedat çiftinin 23.03.2009  tarihinde Müge NERİS YENER ismini verdikleri bir kız çocukları olmuştur. Genç çifti ve ailelerin i tebrik eder, küçük kızımız NERİS'e mutlu,sağlıklı ve tüm sevdikleri ile birlikte geçireceği bir ömür dileyerek aramıza hoş geldin diyoruz.
     ( Müge kelimesinin anlamı inci çiçeğidir. Türkiyede en çok kullanılan isimler sıralamasında 237. sıradadır. NERİS ise Adige dilinde tam olarak göz içinde oturan manası taşımaktadır. İsim olarak yüklendiği anlam ise; gözümün içi, göz bebeği gibi anlamlara gelmektedir.)
www.aglarca2007.tr.gg 

 


 
           Bu yıl 13.sü düzenlenen Ağlarca gününün 23 haziranda yapılması kararlaştırıllmıştı, 23 Haziranda sınavların olması nedeniyle 7-
TEMMUZ- PAZAR GÜNÜ YAPILACAKTIR
Jordan
     Jordan_01.mp3
     Jordan_02.mp3
     Jordan_03.mp3
     Jordan_04.mp3
     Jordan_05.mp3
     Jordan_06.mp3
     Jordan_07.mp3
     Jordan_08.mp3
     Jordan_09.mp3
     Jordan_10.mp3
     Jordan_11.mp3
     Jordan_12.mp3
     Jordan_13.mp3
     Jordan_14.mp3
     Jordan_15.mp3
     Jordan_16.mp3
     Jordan_17.mp3
     Jordan_18.mp3
Jordan Al Jel
2002
     JORDAN 01.mp3
     JORDAN 02.mp3
     JORDAN 03.mp3
     JORDAN 04.mp3
     JORDAN 05.mp3
     JORDAN 06.mp3
     JORDAN 07.mp3
     JORDAN 08.mp3
     JORDAN 09.mp3
     JORDAN 10.mp3
 
 




Abaza Ezgileri
     01ABAZA.MP3  
     02ABAZA.MP3
     03ABAZA.MP3
     04ABAZA.MP3
     05ABAZA.MP3
     06ABAZA.MP3
     07ABAZA.MP3
     08ABAZA.MP3
     09ABAZA.MP3
     10ABAZA.MP3
     11ABAZA.MP3
     12ABAZA.MP3
     13ABAZA.MP3
     14ABAZA.MP3
     15ABAZA.MP3
     16ABAZA.MP3
     17ABAZA.MP3
     18ABAZA.MP3
     19ABAZA.MP3
 


 


 

  Abida Album-1
     Track01.mp3
     Track02.mp3
     Track03.mp3
     Track04.mp3
     Track05.mp3
     Track06.mp3
     Track07.mp3
     Track08.mp3
     Track09.mp3
     Track10.mp3

Abida Album-2
     Track01.mp3
     Track02.mp3
     Track03.mp3
     Track04.mp3
     Track05.mp3
     Track06.mp3
     Track07.mp3
     Track08.mp3
     Track09.mp3

 

 

 

     Adige Mix
     01 - Track 1.mp3
     02 - Track 2.mp3
     03 - Track 3.mp3
     04 - Track 4.mp3
     05 - Track 5.mp3
     06 - Track 6.mp3
     07 - Track 7.mp3
     08 - Track 8.mp3
     09 - Track 9.mp3
     10 - Track 10.mp3
     13 - Track 13.mp3
     14 - Track 14.mp3

 

   Adige Wored
     adige_01.mp3
     adige_02.mp3
     adige_03.mp3
     adige_04.mp3
     adige_05.mp3
     adige_06.mp3
     adige_07.mp3
     adige_08.mp3
     adige_09.mp3
     adige_10.mp3
     adige_11.mp3
     adige_12.mp3
     adige_13.mp3
     adige_14.mp3
     adige_15.mp3
     adige_16.mp3
     adige_17.mp3
     adige_18.mp3
     adige_19.mp3
     adige_20.mp3
 

 

   Adigey
     ADIGEY 01.mp3
     ADIGEY 02.mp3
     ADIGEY 03.mp3
     ADIGEY 04.mp3
     ADIGEY 05.mp3
     ADIGEY 06.mp3
     ADIGEY 07.mp3
     ADIGEY 08.mp3
     ADIGEY 09.mp3
     ADIGEY 10.mp3
     ADIGEY 11.mp3

 

 

Amer Bazoga
     01.mp3
     02.mp3
     03.mp3
     04.mp3
     05.mp3
     06.mp3
     07.mp3
     08.mp3
     09.mp3
     10.mp3
     11.mp3
     12.mp3
     13.mp3
     14.mp3
     Track1.mp3
     Track13.mp3
     Track2.mp3

 

 

 

 AslanLiev
     AslanLiev_01.mp3
     AslanLiev_02.mp3
     AslanLiev_03.mp3
     AslanLiev_04.mp3
     AslanLiev_05.mp3
     AslanLiev_06.mp3
     AslanLiev_07.mp3
     AslanLiev_08.mp3
     AslanLiev_09.mp3
     AslanLiev_10.mp3
     AslanLiev_11.mp3
     AslanLiev_12.mp3
     AslanLiev_13.mp3

 

 
 Bataj Mahmud

 

 

 


Deghanaw
     deghanaw_01.mp3
     deghanaw_02.mp3
     deghanaw_03.mp3
     deghanaw_04.mp3
     deghanaw_05.mp3
     deghanaw_06.mp3
     deghanaw_07.mp3
     deghanaw_08.mp3
     deghanaw_09.mp3
     deghanaw_10.mp3
     deghanaw_11.mp3
     deghanaw_12.mp3
     deghanaw_13.mp3
     deghanaw_14.mp3
     deghanaw_15.mp3
     deghanaw_16.mp3
     deghanaw_17.mp3
     deghanaw_18.mp3
     deghanaw_19.mp3
     deghanaw_20.mp3
     deghanaw_21.mp3

 



Enstrumental
     01ENST.MP3
     02ENST.MP3
     03ENST.MP3
     04ENST.MP3
     05ENST.MP3
     06ENST.MP3
     07ENST.MP3
     08ENST.MP3
     09ENST.MP3
     10ENST.MP3
     11ENST.MP3
     12ENST.MP3
     13ENST.MP3
     14ENST.MP3
     15ENST.MP3
     16ENST.MP3
     17ENST.MP3
     18ENST.MP3
     19ENST.MP3
     20ENST.MP3
     21ENST.MP3
     22ENST.MP3
     23ENST.MP3
     24ENST.MP3
     25ENST.MP3
     26ENST.MP3
     27ENST.MP3

 



 





 













 

   


Resmi üzerine tıklayarak büyütebilirsiniz.

ESKİ BİR GELENEK
Eskiden köyümüzde istenilen bir olay olduğunda veya bir şeyin gerçekleşmesi istendiğinde bir horoz veya bir kurban kesilir bu hayvanın etinden hazırlanan yemek tüm köyün çocukları alınarak delikli taşa götürülür burada yedirilirdi.
Bu güzel gelenek
5-Temmuz-2013 tarihinde yeniden yaşanmıştır.
Şevoş Şuayp Yener adadığı kurbandan hazırladığı yemeği, köyün çocuklarını götürerek delikli taşta
BU GÜZEL GELENEĞİ CANLANDIRMIŞTIR




 
 




TRAFİK  KAZASI
Ağlarca köyünden Kemal TOPAK 25 Ağustos 2013 tarihinde kullandığı özel otomobili ile Ağlarca'dan Eskişehir'e gelirken Seyitgaziy'e 20  km kala solladığı arabaya sürtünmesi sonucu iki arabanında şarampola yuvarlanmasıyla önemli bir trafik kazası geçirmiştir.
Kaza sonucu yaralıların bir kısmı devlet hastanesinde KEMAL TOPAK'ta Tıp Fakültesinde müşahade altına alınmıştır.
Tüm yaralıların önemli bir yara almadıkları ÖĞRENİLMİŞTİR.
  Köylümüz Kemal TOPAK'ta gerekli filimler çekilip tekkikler yapıldıktan sonra taburcu edilerek evine çıkarılmıştır.
İki arabanında hurdaya döndüğü bu kazada hiç kimsenin vahim bir yara almaması tanrının bir lutfudur. 
Kendilerine tekrar tekrar geçmiş olsun diyoruz.
Ben bizzat kendim Kemal TOPAKLA görüştüm Tüm dost ve akrabaları merak etmesinler şu anda sağlık durumu gayet iyidir

 



HABER ARSiVi  


Şuayp Şevoşu şimdi telle görüştüm.büyük geçmiş olsun...

 
Cemil Mercan Geçmiş olsun ...


Ayşegül Aslan Özben Geçmiş olsun


Ayhan Sarıbardak ALLAH ÇOLUK ÇOCUĞUNA BAĞIŞLASIN .ÇOK GEÇMİŞ OLSUN


Kandemir Ocak Çok geçmiş olsun


Autle Ozlen Topak Geçmiş olsun büyük kaza atlatmışlar
 
################ Fetiye ASLAN (Bunun alt sayfası: "1212121212") ################
     



VEFAT
****Ağlarca Köyü'nden Fetiye ASLAN BU SABAH ( 01 EYLÜL 2013 TARİHİNDE ) vefat ETMİŞTİR. Cenazesi  ( 01 EYLÜL 2013 TARİHİNDE ) İkindi namazından sonra defnedilecektir.
Kendisini her kurban bayramında, millet bayram namazından çıkmadan kavurmayı hazır etmesi, yaptığı leziz tuluk peyniri ve misafirperverliği ile hatırlıyacağız. 
Allah'tan kendisine rahmet yakınlarına baş sağlığı ve sabır diliyoruz.
www.aglarcali.tr.gg






Muharrem Tetik Allah c.c rahmet etsin, Geride kalanlarada sabrı cemil nasip etsin.


Cevdet Sevoj Topak ALLAH RAHMET EYLESIN GITTIGI YER CENNET OLUR INSALLAH


Gulhan Bulur Allah rahmet etsin kalan yakinlarina sabirlik versin


Ayfer Darzanoff Allah rahmet eylesin mekani cennet olsun.....


Arzu Batır ALLAH rahmet eylesin kalanlara başsağlığı ve sabır diliyorum


Selime Ocak .Allah rahmet eylesin mekanı cennet olsun


Sedat Sezan mekanı cennet olsun.alllah rahmet eylesinn..


Necati Kahreman ALLAH RAHMET EYLSIN MEKANI CENNET OLSUN INSAALLAH. BASINIZ SAGOLSUN.


TC Sedat Yaprak Allah rahmet eylesin


Murat Balık Allah rahmet etsin, mekanı Cennet olsun inşallah.


Şengül Ocak Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun.


Cemil Mercan Allah rahmet etsin ....


Cemil Sarıbardak allah rahmet etsin


Raziye Balık Demir Allah rahmet eylesin.


Şerife Koyuncu Allah rahmet eylesin.


Gamze Diana Dutal allah ramet eylesin mekanı cennet olsun


Gulsen Iyigun Allah rahmet eylesin mekanı cennet olsun inşallah ailesine başsağlığı diliyorum ..


Süleyman Akcan Allah rahmet eylesin.Geride kalanlara sabır ve başsağlığı diliyorum.


Şuayp Şevoşu Allah rahmet eylesin.nur içinde yatsın...


Talat Tuncel allah rahmet etsin yattıgı yerde dinlendirsin kalanlarınada sabır versin


Haci Murat Berk Allah.Rahmet Eylesin.Mekanı Cennet olsun.Nur için de yatsın.


Emine Tetik allah rahmet eylesin


Neslihan Sert Allah rahmet eylesin .Ailesine Allah başka acı göstermesin.


Av-setenay Setenay Eksioglu Topraktan geIdik Toprağa Gideceğiz, Yaşadığımız Hayatın hesabını Toprakda Vereceğiz, Acınızı Yürekten PayIaşıyoruz, DuaIarımızı KaIpten Ediyoruz, başınız SağoIsun.


Asiye Sarıbardak Mutlu Allah rahmet eylesin.


Oktay Eryilmaz ALLAH rahmet etsin. Geride kalanlara sabır versin.



Resim 06-07-2013 TARİHİNDE GÜNCELLENMİŞTİR.
 Hoş geldin Ecrin Elif TOPAK

Ağlarca Köyünden Şewoş Hasan-Ceylan çiftinin
16/07/2009 tarihinde Ecrin Elif TOPAK ismini verdikleri
bir kız çocukları olmuştur.
Güzel yeğenimize ömrü boyunca baht açıklığı ile tüm sevdikleri
ile birlikte yaşayacağı bir ömür dileriz.
aglarca2007.tr.gg



 
 


 





Bu sayfalarda anlatılanların tamamı 
Ağlarca Köyü'nün yaşantısından
Ağlarca'da yaşamış kişilerin anlattıklarından derlenmiştir. 
Hiç bir yerden alıntı ve aktarma yapılmamıştır


KAYNAK KİŞİLER
Ramazan Mısır,Mükerrem Yener, İzzet Esen,
HAZIRLAYAN
Orhan OCAK

 

           DÜĞÜNLERİMİZ 

       Toplumların yazılmamış yasalarına töre, geçmişten aktarılıp gelen yaşam biçimlerine adet denir. Bunun en çarpıcı örneği  bizim toplumumuzdadır.        
       
 1-KIZ KAÇIRMA 
  
       İncelendiğinde göreceksiniz ki içindeki sosyal olgular, gençlerin yardımlaşma organizasyonu, barındırdığı katı kurallar bakımından adetlerimizin hemen hemen en önemlisidir. Kaçma **diğehaj**olayına bu nedenle öncelik verdik.
       Sosyal, ekonomik v.b. nedenlerle istediği kişiye verilmeyeceğini anlayıp kaçmaya karar veren kız, önce yakın akrabalarından bir veya iki delikanlıya durumu açar. Onların olurunu alıp kendisiyle birlikte gelmeye razı eden kız hazırlıklara başlar.
       Önce evde köşe-bucak temizlik yapar. Çamaşırları yıkar ve  bir teknede ekmek pişirir. Köydeki akrabalarını bir bahaneyle ziyaret eder. Bundan sonra heyecanla kararlaştırılan gün beklenmeye başlanır. Bir gece yarısı veya sabaha karşı köyün dışından duyulan silah sesi kuşun yuvasından uçtuğunu duyurur. O gece gelenler köy delikanlılarına yakalanmamaya azami gayret gösterirler. Köy delikanlıları ise şüphelendiklerinden veya tiyoyu aldıklarından beri geceleri köyün etrafını kontrolleri altında tutarak beklemektedirler. Kızı kaçırmaya gelenleri yakaladıklarında onları biraz korkutur, toprak bastılarını alır, kız arkadaşlarıyla vedalaşır sonrada uğurlarlar.
      
       Öte tarafta delikanlı kızı kaçırmadan evvel arkadaşlarına durumu anlatır. Birlikte bir yol haritası çıkarırlar. Önce gelini getirdiklerinde misafir edecekleri bir ev ayarlarlar. Bu evin akrabalardan birinin evi olması ve evde yetişkin kız ve delikanlının olması lazımdır.
       Gelin bu eve indirilir. Artık burası kız evidir.  Olay  münasip bir şekilde büyüklere iletilir. Artık oğlan evinde hummalı bir hareket başlar.
       Ama hiç bir zaman kız evi razı edilmeden bayrak açılmaz. Önce münasip kişiler seçilerek kız evine gönderilir, durum izah edilir.
        Ertesi gün kız tarafınca belirlenen bir kaç kişi yanlarına bir delikanlı alarak oğlan evine gelirler.  Misafirler en iyi şekilde ağırlanır. Gelenler kız ve kız ile gelen delikanlılarla, yanlarında gelen delikanlı aracılığıyla irtibat kurar. Bu işin gönül rızası ile olduğuna kanaat getirildikten sonra, hayırlı olması temennisinde bulunarak dönerler. 
        Bundan sonra hemen bayrak asılır, büyük bir hızla düğün hazırlıklarına başlanır.
        Düğün günü yeterli sayıda vasıta gönderilir. Buradan da sadece gençlerden oluşan bir gurup gelir ve düğüne katılır.
        Belirli bir süre geçtikten sonrada kız baba evine el öpmeye götürülür ve her şey tatlıya bağlanır.
         
       
 2-DÜĞÜNLERİMİZ
        Bu bölümde her düğünde görülebilecek şeyleri değil de, sadece bize ait olan veya bizim uyguladığımız adet ve geleneklerden bahsedelim.
          
       
A-KIZ İSTEME
      Gerekli araştırmalar, hazırlıklar yapıldıktan sonra kız tarafının da düşüncesi, temayülü bir şekilde öğrenilir. Sevilen sayılan kimselerden bir heyet oluşturulur, bu heyette oğlanın dayısı, amcası, ağabeysi gibi yakınları da bulunur. Kız tarafına hayırlı bir iş için ziyaret edilecekleri bildirilir. Belirlenen bir tarihte de ziyaret gerçekleştirilir. Kız evinin onlarla konuşmaya görevlendirdiği kişilerden, belirli bir sohbetten sonra, Allahın emri Peygamberin kavliyle kız istenir. Kız tarafı hemen cevap vermez.
Gelenlere ilgilerinden dolayı teşekkür edilir, büyüklerine tanışıp,kendi aralarında konuşup, kendilerinin bilgilen-dirilecekleri söylenir.
      Artık oğlan evi için heyecanlı bekleyiş başlamıştır.
      İstemeye gidileceği gün, ilk ekibin yanına bir kaç genç katılır. Çiçek, çikolata gibi gerekli şeyler alınarak kız evinin yolu tutulur. Kız evinde de gerekli kişiler bir araya getirilmiş gerekli hazırlıklar yapılmıştır. Bu sefer ortam daha samimidir.
      Gerekli hal hatır sorulur, havadan sudan muhabbet edilir, hükümetler kurulur, dünya düzeltilir. Sonra sebebi ziyaretimizle başlayan bir cümle ile kız tekrar istenir.
       Kız evinden söz söylemeye görevlendirilen kişi, "Gençler birbirini istedikten sonra bize düşen onların işini kolaylaştırmaktır, Allah hayırlı etsin " diyerek olumlu cevabı verir.
Bunun üstüne hemen bir dua edilir.
       Artık işin zor yanı bitmiştir, neşe içinde sofraya oturulur, yemek yenir, üstüne de söz kahveleri içilir.
        Oğlan tarafından münasip biri, kahve fincanları toplanırken, fincanının altına bir miktar bahşiş bırakır, bunu o akşam hizmet edenler aralarında üleşir, bu günü hatırlatacak bir şeyle değerlendirirler.
         Müsaade istenip kalkılırken oğlan tarafının Thematesi oturduğu minderin altına bir zarf bırakır. Bu süt hakkıdır. Bunun miktarı ailenin durumuna göre bir değer ölçüsüdür. Çoğunlukla bu para münasip bir şekilde iade edilir.
        Oğlan tarafı uğurlanırken, kızın kendi elleriyle işlediği bir bohça verilir.  Buna söz bohçası veya söz mendili denir. Artık iş resmileşmiştir.
        Bundan sonra, alışverişmiş, düğün tarihiymiş, bohçalarmış gibi detayları kadınlar kendi aralarında hallederler.
              
        
B-DAMAT EVİ  "şavovin"  
       Damat düğüne 3-5 gün kala evden ayrılır, yakın bir arkadaşının evine yerleşir. Buradaki arkadaşı da sağdıcı olur. Bu ev damadın, yaşadığı müddetçe ikinci evi, hane halkı da ikinci ailesi olacaktır. Damat bir hafta boyunca burada yatar, kalkar, misafirlerini ağırlar. Damadın eve adımını attığı andan itibaren, her şeyinden sağdıç sorumludur. Damat kaçırılırsa, kapıdaki ayakkabısı kaybolursa, nezle olursa, olmadık bir yerde hata yaparsa sorumlusu sağdıç ve arkadaşlarıdır.
       Sağdıç arkadaşına her türlü rahatı, huzuru sağlar. Hatta kimseye görünmemek şartıyla onu kendi düğününe götürür kuytu bir yerden seyrettirir, yakalanırlarsa da ceremesini çeker.
        C-KOMŞU DAVETİ
       Düğünden bir gün önce, düğün sahibi komşularını, akrabalarını, imkan içerisindeyse bütün köyü toplar yemek verir, ertesi gün düğünün başlayacağını bildirir. Davete gelmeyen veya gelemeyenlere de birer sofra gönderilir.
      O andan itibaren düğün sahibi için düğün bitmiştir.
      Düğün sahibi artık akrabalar, komşular, eş ve dostlardır.          
       D-DÜĞÜN
       Düğün her iki tarafta da yapılır. Önemli olan bir iki önemli şeyi vurgulamak istiyorum.
       Kız evinde yapılan düğünün adı VEDA gecesidir. Gelin olacak kızın arkadaşlarıyla vedalaşmasını ve son defa böyle bir eğlenceye katılmasını amaçlar. Kına gecesi yanlış bir terimdir, zaten bizim adetlerimizde kına yakma olayı yoktur. Kız evinde silah atılmaz, kız tarafının büyükleri düğünde oynamazlar. Bunların dışında iki tarafın düğünü de aynı olur.
Düğünleri themateler yönetir. Düğün başladığı andan itibaren her şey onların sorumluluğundadır. Thematenin oyunları yönetecek bir kız bir delikanlı yardımcısı vardır. Bunlara hatiyako denir. Misafirleri karşılayacak, yemek işine bakacak kimselerde ayrıdır. Bunların hepsi oturaklı ve adet bilen kişilerdir. Birde gençlerden oluşan pşerahler vardır. İhtiyaç duyan herkesin pşrah'lere ulaşabilmesi için kollarına havlu bağlanması gibi bazı işaretlerle belirginleştirilirler.
        Misafirler gelmeye başlayınca karşılanır, yemeğe alınır, uygun bir yere oturtulurlar. Münasip kişilerce ziyaret edilir, hoş geldin verilir, halleri hatırları sorulur.
        Eğlence thametelerden birisi ve ona uygun düşecek bir kız ile başlatılır. Eğlence sırasında, kızlar ve erkekler kendi hatiyakoları tarafından yönlendirilir. Kimse izinsiz olarak eğlenceden cıkamaz, giremez. Düğün devam ederken, diğer köylerden, bölgelerden gelen guruplar ilgililerce karşılanır, uygun bir yerden düğünü seyretmeleri sağlanır. Zamanı gelince de hatiyako yanına bir kız alır hoş geldiniz der, onların düğüne katılmalarını sağlar. Kalabalık düğünlerde gruplara sıra ile düğün yaptırılır. Bu hem tatlı bir rekabet yaratır, hem de diğer gurupların dinlenmelerine, konuşup tanışmalarına, ihtiyaçlarını gidermelerine vesile olur.
        Eğlencelere evli erkekler katılırlar ama kadınlar katılamazlar.      Thematelerden birisi oyuna çıkmışsa tüm gençler ayağa kalkar ve ritim tutarlar. Oyun sırasında, bilhassa leperuş oyununda, oynayanların ayakkabıları çıkartılmışsa, düğün sahibi kızlardan biri tarafından ayakkabıların içine bir çift çorap hemen konur. Misafirler düğün devam ederken izin alarak damadın kaldığı yere gider ve tebrik ederler. Damada ve sağdıca ayakta dikiltmek, hizmet ettirmek gibi tatlı eziyetler ederler.
Düğün sırası boyunca hatalı davranışları görülenler hemen kurulan mahkemelerde yargılanırlar.
         Düğünü yöneten hatiyakolar, birbirine ilgi duyan kız ve erkekler arasındaki selam ve mesajları iletirler.
       Düğünün bitiminde yatılı misafirler, dost, akraba ve komşular tarafından ağırlanır, ertesi gün gelin alıcı gitmek için toplanmak üzere geceye son verilir.
       E-GELİN ALMA
      O gün herkes cok heyecanlı ve telaşlıdır. Bir şey unutmamak için her şey yeniden gözden geçirilir. Gelin arabası en iyi şekilde süslenir, Arabaların havluları takılır, kafilenin başkanlığını yapacak themate ile son istişareler yapılır, her şeyin yolunda olduğuna kanaat getirilince de yola çıkılır. ***Eskiden gelin almaya at arabaları ve atlarla gidilirdi. Uzun meşe çubukları yay gibi gerilir, üç beş tanesi at arabasının sandığına monte edilir, üstleri de desenli kilimlerle kapatılırdı. Gelin alıcı alayına atlarıyla katılacaklar, atlarını tımar eder, kuyruklarını bağlar, eyerlerini parlatırlardı. Yola çıkarken yerinde duramayan atların birbirlerine caka satarcasına kişnemeleri belki de olayın en güzel yeriydi. ***Kız evine gelindiğinde arabalardan inilir, themateler önde olmak üzere köye  girilir. Köy girişinde kız evinden bir gurup tarafından karşılanılır. Hoş geldiniz merasiminden sonra iki gurup karışarak kız evinin önüne gelir.     
       Gençler hemen eğlenceye alınır, akordion ve tahta ellerine verilir. Bir müddet düğünü idare eden kız tarafı hatiyakosuı idareyi de oğlan tarafının hatiyakosuna bırakır.
       Themateler, thematelerin yanlarına, diğerleri de uygun yerlere oturtulur. Önce misafirlere yemek yedirilir. Düğündeki gençlerde düğünü aksatmayacak şekilde guruplar halinde yemeğe alınır.
        Bu arada kız evinin, bizden kız alacaksanız, bunlara katlanacaksınız dediği eğlencelere geçilir. Oğlan evinden birinin rehberliğinde damadın akrabaları, teker teker alınır....
        Önce berbere götürülürler, yüzleri çam dalından bir fırçanın katran veya benzeri bir şeye batırılmasıyla sabunlanır. kör bir balta veya testereyle tıraş edilir.Artık misafir doktora gitmeye hazırdır, sert bir tahta üzerine dikenlerin yayılarak üzerine ince bir örtünün örtülmesiyle oluşturulan yatağa yatırılarak muayene edilir. Hastanın durumuna göre iğne yapılır veya yapılmaz. Artık eğlence dünyasına gitmenin zamanı gelmiştir. Burada misafir ya, yan yatırılmış bir arabanın tekerine bindirilip döndürülür ya da binince ipi kopacak bir salıncağa bindirilir. Bütün bunların karşılığında da belirli bir ücret alınır. Bu bir nevi toprak bastı parasıdır. Yapılan bu tatlı eziyetler standart değildir. Tamamen gençlerin yaratıcılığına bağlı olarak değişkenlik gösterir. Bütün bu testlerden geçen delikanlı düğüne götürülür ve oynatılır, artık sıra bir başkasındadır.   
Gelin alıcılar düğün boyunca bayraklarına sahip çıkmak zorundadırlar. Kandırılarak veya dalgınlık anlarında kaptırılarak ellerinden alınırsa geri satın almak zorundadırlar.
        Aynı şekilde kızlarını da korumak durumundadırlar. Bir hizmet için veya birisi tarafından çağrıldığı söylenerek düğünden ayrılan kız, kız evinin kızları tarafından bir odaya kapatılır. Bununda fark edilip satın alınması gerekir. Bu ikisi maddiyattan önce bir prestij meselesidir.
        Belirli bir müddet sonra gelini alıp gitmenin zamanı gelmiştir. Misafir themate gelinlerini alıp gitmek için izin istedikten sonra, gelini çıkarmakla görevli kişiler gelin odasının kapısına gelirler, İçerdeki kızın arkadaşları kilidin kaybolduğunu veya zembeleğin kırıldığını bahane ederek kapıyı açmazlar, bahşişler alındıktan sonra kapı açılır. Çeyiz sandığının üzerinde oturan kız çocuğu da gönüllendikten sonra gelin çıkarılır. Gelinle birlikte bir yengesi ve bir akraba delikanlıda gidecektir. Bunların görevi, kızın hemen yalnızlık duygusuna kapılmasını önlemek hem de imam nikahına kız vekili olarak katılmaktır.
        Gelin, kapının önüne getirilen gelin arabasına, dua getirilerek bindirilir. Gelin alıcılar ev sahiplerine Allahaısmarladık diyerek ayrılırlar.  Bu ara gelin alıcılar kız evinden habersiz aldıkları, tabak, kaşık, kül tabağı, resimlik, biblo gibi ufak tefek şeyleri arabaların penceresinden göstermeyi unutmazlar. Bunlar ileride gelinlerine annenin evinden hediye diye verilecektir.
         Artık kız evinin düğünü bitmiş herkesi buruk, hüzünlü bir rahatlık kaplamıştır. 
         Bu arada gelinden mendil, gelin çiçeği gibi bir nişan alan damadın arkadaşları, müjdeyi götürmek için sıkı bir yarışa girerler. Eskiden bu yarış atlarla olurdu, günümüzde bunların yerini arabalar almıştır.
           F-DAMAT ÇIKARMA "Şavekıçeş"
         Gelin geldikten sonra oğlan evinde düğün devam eder. Yatsıya doğru gelinle damadın vekaletleri alınarak imam nikahları kıyılır. Sıra, damadın getirilerek, toplu olarak bir yerde oturan, büyüklerin elini öptürmeye gelmiştir. 
        Birkaç büyüğünde aralarında olduğu kızlı erkekli gençlerden oluşan kafile, akardion ve tahta eşliğinde, dejüyler söyleyerek damadın kaldığı eve gelirler. Burada bir süre düğün yaparlar. Damat, sağdıç ve misafirlere hizmet için düğüne katılamayanlar oynatılırlar. Damat Oynarken kızlar birbirinden devralarak yormaya çalışırlar. Damadın arkadaşları da damadı sıyırarak onun yorulmasını önlerler.
        Daha sonra damat delikanlıların arasına alınarak gelindiği gibi yola çıkılır. Sağdıçlar damat kaçırılmasın diye iki koluna girmiş vaziyette yürürler. Bu el öpüp geri dönesiye kadar damadı kaçırmak istiyenlerle onu koruyanların mücadelesinin başlangıcıdır.
        Sağdıç evi damatla birlikte kurbanlığını, bir tepsi dolusu tğujesini, çerezini gönderir. Bunları taşıyanlar kafilenin en arkasından giderler.
Yolda bazen oynayanlardan biri ayağı kırılmış gibi yere çöker, ayağına havlu veya benzeri bir şey bağlanmadan kalkmaz. Bazen de akordion susar, kafile durur, akordioncunun koluna da bir havlu bağlanır, kafile yoluna devam eder.
        Düğün evine gelindiğinde sağdıcın biri önde biri arkada, damat arada olmak üzere, büyüklerin bekledikleri odaya girer, themateden başlayarak el öperler. Kapının yanında biraz dikildikten sonra, thematenin müsaadesiyle dışarı çıkar ve hızla kaybolurlar. Böylece oğlan evindeki düğünde son bulmuş olur. 
         
G-KOCAKARI DÜĞÜNÜ "nivojgegu"
 
 
        Düğünden bir gün sonra, akrabadan, komşudan köyden kadınlar toplanır. Gelin yanında münasip birisi ile gelir ellerini öper. Gelin kapıdan girdikten sonra yakın akrabalar gelin el öpmek için yanlarına gelirken, yere elbiselik kumaş, seccade, oyalanmış yazma gibi şeyler sererler, buna legucetin denir. Bunlar gelin çıkarken toplanır, gelinle birlikte gelenlere geline takdim edilmek üzere verilir.
       Gelin ve yanındakiler kapının yanında biraz dikilirler, müsaade verildikten sonra da çıkarlar.
       Gelin zeğah merasiminden sonra akrabalara rahatça dönebilecektir artık.
       Gelin çıktıktan sonra misafirlere şhelako'dan "kelle-paça" oluşan bir yemek verilir. Yemekten sonra kadınların arasından bir meydancı çıkar, kocakarı düğününü başlatır. Eğer kadınların arasında akardion çalacak biri yoksa kapının önünde bir delikanlı çalıverir. Böylece son halkada tamamlanmış olur.
        
  H-BOHÇALAR      
        Kız tarafı oğlanın akrabalarına birer bohça hazırlar. Duruma ve akrabalık derecesine göre erkeklere takım elbiselik kumaş, gömlek, namazlık, çorap, havlu gibi şeyler konur. Bayanların bohçasında ise elbiselik kumaş, namazlık, namaz örtmesi, çorap, havlu bulunur.
        Erkek tarafı da kız tarafının akrabalarına aynı ayarda bohçalar hazırlarlar.
        Erkek tarafı bohçaları düğünden önce gönderir.
        Kız tarafının bohçalarını kız çeyizi ile birlikte götürür. Bazen iki taraf karşılıklı anlaşarak bohçaları ev bireyleri ile sınırlı tutarlar.
          7-BAŞINI ALIP GİTME "XEHAJ"        
          Oğlundan olan torununun düğününde, gelin indikten sonra:  Nine ufak bir bohça hazırlar, asasına takar, sırtına vurur.
          -viiiiii vuuuuv.... sinise, yinise vünem sirğesijinep, (eyvaah eyvaaaaah gelinimin gelini beni evde durdurmaz artık.) Diye, ağıt yakarak, düğün kalabalığının içinden geçerek, köyün dışına doğru yola çıkar. Hemen geline haber iletilir.
          Gelin, yanında kız ve oğlan evinden nedimelerle birlikte nenof'o yetişir. Gelin elini öper hediyesini verir, nedimeler de gelinin onu çok sevdiğini,ona iyi bakacağını söylerler, dönmezse gelininde geri dönmeyeceğini ilave ederler.
          Böylece başta biraz nazlanan nenof dönmeye razı olur.

 


 


*****EVLİLİK KURUMU******

     

             8-EVLİLİK KURUMU:
         Toplumumuzda evlilikler, mutlaka evlenecek kişilerin birbirlerini görmeleri, tanımaları, konuşup anlaşmaları sonucunda olur. Görücü usulü ile evlilik yoktur. Buna aileden alınan karşılıklı saygı, sevgi, hoşgörüde eklenince sağlam evlilikler oluşur.

         Evlilikler pek genç yaşta yapılmaz. Evlenecek kişilerin belirli bir olgunluğa gelmeleri beklenir .
         Bu anlatılanların sonucu olarak ta boşanmalar yok denecek kadar azdır.
         Evliliklerde en önemli kuralımız, akrabalar arası evliliklerin olmamasıdır.
         Evlilikler mutlaka "YEDİ" göbek dışarıdan yapılmalıdır.
         Toplumumuzun sağlıklı ve uzun ömürlü insanlardan oluşması belki de bu akraba evliliklerinden uzak durulmasının bir sonucudur. Bu gün başta genetik bilimciler olmak üzere, tüm bilim adamları akraba evliliklerinin sakıncalarını anlatarak toplumları akraba evliliklerinden uzak tutmaya çalışmaktadırlar.
         Öte yandan sosyal bilimciler, psikologlar erken yaşta evlenmenin sakıncalarını anlatarak, sağlıklı evliliklerin belirli bir yaştan sonra yapılmasını savunmaktadırlar. Bunlarda bize: Bizim adet koyucularımızın asırlar önce bile ne kadar sağlıklı, ne kadar doğru düşünebildiklerini ispatlar.
 
 




 


****TOPLANTILAR****
 

      TOPLANTILAR"Zeğhes"                                        

           Genç kız ve delikanlıların eğlenmek, tanışmak amacıyla bir araya gelmelerine   toplantı"zeğhes"denir.
          Eski yıllarda, savaşta yaralananların, çeşitli sebeplerle dışarıya çıkamayanların evlerinde toplanan gençler, akordion çalarak, şarkı söyleyerek, oyunlar oynayarak arkadaşlarını eğlendirirlerdi. Bu arada delikanlılar beğendikleri kızlara kur yapmaktan da geri kalmazlardı. Genç kız ve delikanlılar arasındaki yapılan "semerkov"lar önce yıllarca sürebilecek "kaşen"liğe, sonrada, büyük bir ihtimalle evliliğe dönüşürdü.   
           Günümüzde toplantılar,
           Birisi askere giderken,
           Köye bir misafir kız veya delikanlı geldiğinde,
           Düğünlerin aralarında,
           Bayramlarda, gençlerin bir araya geldiği zamanlarda, yapılmaktadır.
          Toplantıda, ilk yapılan iş tanışma merasimidir. Herkes sıra ile ayağa kalkar, köy adını, sülale adını en sonrada adını soyadını söyler. 
          Tanışma merasiminden sonra, oyunlara geçilir. Yaygın olarak oynanan oyunlardan bazıları şunlardır:  
 
           AÇ'ABŞ: 
          Topluluktakilerden münasip olan birisi kısa bir konuşmanın ardından  birisini ortaya davet eder, kaldırdığı kişinin avucuna hafifçe vurarak yerine oturur.
          Oda başka birisini kaldırarak aynı şeyi tekrarlar. Oyun  bir zaman böyle devam eder.  
          Bu oyunun amacı gençlerin ilgi duydukları kişilere ilgilerini hissettirme imkânı vermektir.   
           YUTAR YUTMAZ: 
           Bu oyunda toplantıdakiler ikişer ikişer eşleşir. Oyunu başlatacak kişi içinde ceviz sözcüğü geçen kısa bir hikâye anlatır, hikâyenin sonunda:
          -Elimde kalan son cevizi Ahmet'e yutturdum der.
           Ahmet'in eşi hemen müdahale eder.
          -O yutmaz.
           Oyun kurucu sorar.
          -Ya kim yutar?
           Ahmet cevap verir.
          -Naciye yutar.
           Naciye’nin eşi hemen savunmak mecburiyetindedir.
          -O yutmaz.
          Ahmet sorar.
          -Ya kim yutar?   
          -Zübeyde yutar.
          Zübeyde'nin eşi de hemen müdahale eder. Oyun böyle devam eder. Eşini şaşıran, eşini korumakta geç kalanlar cezalandırılmak üzere oyundan çıkar.
         SAHAN OYUNU:
        Bu oyunda da herkes kendine bir eş seçer. Sonra oyun kurucu ortaya gelir, elinde eskilerin ayaklı dedikleri, altında tutacak yeri olan bir sahan vardır.
          Ortada gezinerek anlatmaya başlar:
          -Annem beni komşuya yoğurt almaya gönderdi ama ben buradaki eğlenceye katılmak istiyorum. Lakin bu sahanı bir yere koymam lazım, aaaa burada bir kabak varmış, der ve sahanı birisinin kafasına
 geçirir.
          Sahanın kafasına geçirildiği kişinin eşi hemen sahanı kapar, başkasının kafasına geçirir. Bu sefer onun eşi kalkar sahanı bir başkasının kafasına geçirir. Oyun böyle devam ederken, şaşıranlar, geç kalanlar cezalandırılmak üzere eşiyle beraber oyundan çıkarılır. Belirli sayıda kişi oyundan çıktıktan sonra oyun sona erer.
          NESİ GÜZEL OYUNU: 
          Bir ebe seçilerek dışarı çıkarılır. Herhangi bir şey belirlenir, bu bir eşyada olabilir, bir kişide. Ebe içeri çağrılır. Ebe: İstediği kişiden başlayarak;
          -Nesi güzel? diye sorar.
          Herkes belirlenen şeyin veya kişinin bir güzelliğini vurgulayan cevaplar verir.
         -Saçları güzel.
         -Rengi güzel.
         -Sesi güzel, gibi.
          Zaman ilerledikçe cevapları birleştiren ebe tahminde bulunur. Bilemezse sorulara devam eder, üç tahmin hakkı vardır. Hiç birinde de doğru cevabı bulamazsa yeniden ebe olur. Eğer bilirse ebelikten kurtulur. Onun yerine cevabı kimin ipucuna dayanarak bulmuşsa o ebe olur.
         CEZALANDIRMA: 
         Cezalı oyunların sonunda, cezalı duruma düşenlerin hepsinden ufak birer kişisel eşya alınır. " Yüzük, anahtarlık, çakmak, kolye " gibi.
          Bu toplanan eşyalar torba, şapka gibi bir şeye doldurulur. Cezasız biri elini torbaya daldırarak bir eşyayı çıkarır. Avucundakini kimse görmeyecek şekilde havaya kaldırarak, cezalı olmayan birine sorar.
          -Bu ne yapsın? Diye.
          Ceza vericide;
          -Çerez alsın.
          -Şarkı söylesin.
          -Fıkra anlatsın.
          -Sevdiğini açıklasın.
          -Taklit yapsın.
          -Kafasını üç kere duvara vursun.
          -Herkese su versin.
          -...........
          Şeklindeki cezalardan birini verilir. Bu torbanın içindeki eşyalar bitinceye kadar devam eder. Toplantının sonunda kızlar görevlendirilen kişilerce evlerine bırakılırlar.

 
 
       TOPLUM VE AİLE YAŞANTISI

       Toplum ve aile yapısında, ataerkil bir yapı varsa da kadının yeri çok önemlidir. Kadın savaşta, tarlada, evde hep kocasının yanındadır. Çocukların yetişmesinde çok önemli rolü vardır. Büyüklerin yanında anne-babalar, çocukları kucaklarına alamaz.
        Küçükten büyüğe giden bir saygı zinciri vardır. Büyükler odaya girdiğinde yer, sokakta görüldüğünde yol verilir.
        Kadınlar hiç bir zaman erkeklerin önünü kesmezler.  Büyüklerin yanında yanın da ayaküstüne ayak atmak, sorulmadan konuşmak, sigara içmek imkânsızdır.
         Köylerde evin thematesinin ayrı bir odası vardır, yemeklerini burada yer, burada oturur, misafirlerini burada ağırlar.
         Meydana gelen anlaşmazlıklarda, karakollara, mahkemelere başvurulmaz, anlaşmazlık kendi aralarında halledilir.
         Yardımlaşma çok gelişmiştir. Bildiğimiz imece olayı yaygındır. Bunun dışında hafi "ödünç" denen bir sistem vardır. Bu sistemde işe sıkışan komşularından yardım alır, ilerde oda komşuların yardım ettikleri gün sayısı kadar onlara yardım eder. 
 



 

     
        KÖYÜMÜZDE BAYRAMLAR

        Ağlarca da yaşadığım o eski bayramları asla unutamayacağım. O günlerdeki bayram sevincini, coşkusu nu yaşamayan, o havayı teneffüs etmeyen günümüz insanlarına, yaşayıp ta özlemini duyanlara, o günleri dilimin döndüğünce anlatmaya çalışacağım: 
         Bayramdan bir kaç gün önceden, köye gelen insanların yoğunluğu, arife günü son haddine varır, köyün nüfusu 5-10 mislisine çıkardı. Hatta bazı 3-5 kişilik ailelerin nüfus yoğunluğu 35-40 kişiye çıkardı.
         Böyle günlerde sefer sayılarını 3'e 4'e çıkaran Han, Kayı otobüslerinin, köy meydanına her gelişlerinde, acaba kimler inecek diye merakla bakardık. Bazıları da durak taksileriyle gelirdi. Bunlar köy meydanından durmadan geçtiklerinden kim olduklarını anlayamazdık. Ama taksinin girdiği avluya bakarak,kim olduklarını  tahmin etmekte zorlanmazdık. 
         Akşam olup herkes eve çekildiğinde, büyükler hazırlıkları son bir kere kontrol edip, eksikleri gidermeye çalışırken, çocuklarda bayramlıklarını ellerine alır, onları okşayarak yarının hayaline dalarlardı. Yatarken de kimisi başucuna koyar, kimisi de kucağına alıp yatmayı tercih ederdi. Çocuklara alınan bu bayramlıklar; Erkekler için naylon veya Afyon lastiğinden ayakkabı ile bir pantolondan, kızlar içinde basma bir entari ile ayakkabıdan oluşurdu.
       Bayram sabahı 7'den 70'e tüm erkekler bayram namazına giderlerdi. O gün cami tamamen dolardı. Bu kalabalık cemaati gören hocada vaazını biraz uzatırdı. 
        Evlerde kalan çocuklar, ellerinde torbaları. üstlerinde bayramlıkları olduğu halde ikide bir evden çıkar, cami kapısına bakar, somurtkan bir suratla döner;
        -öf ya daha çıkmamışlar diye sitem ederlerdi.
        Çünkü onların bayrama başlamaları için, cemaatin camiden çıkması gerekiyordu.
         Namazın bitmesiyle camiden çıkan cemaatin en büyüğü yolun kenarına dikilirdi. Büyükler yaşlarına göre sırayla gelir themateyle bayramlaşır ve yerlerini alırlardı. Onlardan sonra gelenler herkesle bayramlaştıktan sonra zincirin sonuna eklenirlerdi. Böylece herkes birbiriyle bayramlaşmış olurdu. Bu bayramlaşma asla eve gidilerek yapılacak bayramlaşmanın yerini almazdı.
        Bayramlaşma faslından sonra topluca mezara gidilir, yapılan toplu duadan sonra, herkes kendi ölülerinin mezarlarını ziyaret ederdi. Mezar ziyareti dönüşü, belirli kişiler, köyün yaşlılarını, misafirlerini sabah kahvaltısında sofralarında misafir etmek  için adeta yarış içine girerlerdi. 
         Bu gün bile, o günleri hatırladığımda;
         Evleri mezar dönüşü yolunun üstünde olan: Battal Çavuş'la "topak" Hüseyin amcanın "ASLAN", avlu kapısının önüne dikilerek, daha çok kişiyi misafir edebilmek için uğraşmalarını görür gibi olurum.
          Bayram gezmelerine önce çocuklar başlardı, kiminin yanında arkadaşları, kiminin yanında, ellerini sıkı sıkı tuttuğu kardeşleri olurdu. O günkü imkânlar içerisinde onları en çok memnun eden ikram; Halkalı şeker denen delikli kaba şekerlerdi.
         Günün sonunda, bu günün çocukları nasıl paralarını sayıyorsa, halkalı ve kağıtlı şekerlerini sayarlardı.
        Çocuklardan sonra yeni yetme dediğimiz 13-14 yaş gurubu dökülürdü sokağa. Bu havalı takımın bayramda mayramda gözü olmazdı. Onların bütün derdi, gönüllerini çalan kaşenlerini görebilmekti.
         Öğlene doğru ise,evlerde ev sahipliği yapacak olanların dışında kalan herkes dışarıda olurdu. Bazen ziyaret edilen evlerde bir kaç gurup birbirine rastlardı. Bu durumlarda kızlar delikanlılara;
         -Bizimi takip ediyorsunuz? diye takılırlardı.
         Delikanlılarda her ne kadar: -Sizi niye takip edecekmişiz, falan deseler de, mutlaka kızların dediğinde gerçek payı olurdu.
         Ve günün gecesi;
         Bu kadar genç bir araya gelirde düğün, toplantı olmadan olur mu? Hemen yer ve zaman belirlenir, görevlendirilen kızlı erkekli bir gurup tarafından kızlar toplanır, yakılan meydan ateşlerinin loş ışığı altında eğlence başlatılırdı. Akordionun ve tahtanın uyumlu sesi yayıldığında, genç, yaşlı herkes toplanırdı.
         Nereden haber aldıkları bilinmez, diğer köylerden gelen gurupların katılmasıyla eğlence sabaha kadar devam ederdi. 
         Günümüzde aile mezarlarının yerini unutanlara, yaşlı akrabalarını ziyaret etmeye üşenenlere, senede bir günde olsa çocuklarını toplayıp, baba ocağına getirip, bak yavrum buralar bizim yaşadığımız yerler diyemeyenlere, bayram tatillerinde, evlerinin kapısına kilit vurup tatil beldelerine GİDENLERE İTHAF OLUNUR.
 
 
      
  CENAZE TÖRENLERİ;
        Toplumumuzda sevinçlerin paylaşıldıkça büyüdüğünün bilindiği gibi, acılarında paylaşıldıkça küçüldüğü çok iyi bilinmektedir.
        Cenaze mümkün mertebe aynı gün defnedilmeye çalışılır. Mezarlıkta aile yerleri bellidir. Mezarlıkta parselleme, ayrılma olayı yoktur ama her cenaze sülalesinin arasına defnedilir.
         Mezar gençler tarafından tecrübeli bir kişinin önderliğinde kazılır. Mezar ağaçları bu işten anlayanlar tarafından, ardıç ağacından hazırlanır. Belirli bir yaştan sonraki herkesin avlusunun bir köşesinde bu gün için ayrılmış ağacı vardır. Bu ağaçlar yontulduktan sonra yan yana konarak ayarlama yapılır ve numaralanır. Böylece mezar başında vakit kaybı önlenir.
        Kadınların mezarı göğüse kadar, erkeklerin mezarı bele kadar kazılır.
        Cenaze yıkanıp kefenlendikten sonra caminin önüne getirilir. Vakit namazı kılınana kadar iki akrabası tarafından beklenir. Cemaat namazdan çıkar çıkmaz, cenaze omuzlara alınarak, önce evine götürülür. Kadınlar cenaze namazına ve defin işine katılmadıklarından onlardan helallik alınır. Dua getirildikten sonra, cenaze omuzlara alınarak mezara getirilerek musalla taşına konur. Yolda cenazeyi taşıyanlar kısa aralarla değiştirilerek herkesin taşımasına imkan verilir.
        Musalla taşının başında cenaze namazından önce merhumun ana ve kendi adı söylenerek üç kere hak helâllığı istenir. Kılınan cenaze namazından sonrada defnedilir.
        Defin sırasında merhumun oğulları yoksa kardeşleri mezara girer. Merhumun, hocanın direktifleri ile dini vecibelere uygun defnini yaparlar. Eğer merhum kadınsa defin sırasında mezarın üstüne bir kilim gerilir. Defin işi sürerken bir taraftan da KUR-AN'I KERİM okunur sonu da dua getirilerek defin işi tamamlanır.
        Mezarın üstüne biraz buğday serpilerek karıştırılır sulanır. Mezardan doğruca merhumun evine gidilir, dua getirildikten sonra gerekli kişilere başsağlığı ve sabır dilenerek ayrılınır.
        Cenaze evinde bir hafta yemek pişirilmez. Hem cenaze evinin hem de gelen konukların yemek ihtiyaçları komşular tarafından sağlanır. 
       Evde yedi gün her gece KUR-AN'I KERİM okunur.
       Baş sağlığı dilemeye gelenler fazla oyalanmazlar.
       Taziye için gelenler giderlerken acı onlarla gitmesin diye uğurlanmazlar.

 

            ÇOCUK OYUNLARI
          Çocuk her yerde çocuktur. İp atlamadan, sekseke kadar, futboldan yakan topa kadar, tüm çocukların oynadığı oyunları köyümüzün çocukları da oynardı. Ama köyümüzle özdeşleşmiş, başka yerde pek sık görülmeyen bir kaç oyun var ki, hatırladığım kadarıyla kısaca anlatmaya çalışacağım.
           KUREJYE;
           At arabasının  minyatür tipidir. Dingilleri, yastıkları, arka makası, özeği meşe ağacından yapılırdı. Tekerlekleri önceden kesilerek suyu çekilen çam ağacından, iki kişinin kullandığı el hızarıyla kesilirdi. Ortaları da burguyla delindikten sonra hazırlanan bu tekerlekler dingillere geçirilince zamanın yarış arabaları hazır olurdu.
         Hazırlanan bu arabalar ön dingile bağlanan iplerle çekilerek veya sırtta taşınarak en aşağı 1 Km yukarılara çıkartılırdı. Tekerler daha hızlı dönmeleri için dingile geçirildikleri yerden yağlanırlardı. Babalarından araba yağı alamayanlar, annelerinden yemeklik yağ koparamayanlar, karnımız aç diye ekmeğe tereyağı sürdürürler, sonrada bu yağı parmaklarıyla sıyırarak tekerlerine sürerlerdi. Hazırlıklar bittikten sonra arabaların önü aşağıya çevrilir, arka makasa oturularak, ayaklar ön dingile konur ve araba rampa aşağı salınırdı.
         Yarım saatte çıkılan bu yol 1-2 dakikada inilirdi. Üşenmeden, bu döngü akşama kadar defalarca tekrarlanırdı.
          KIZAK:
         Eskiden köyümüzde öyle kışlar olurdu ki:  Yağan Karlar altı ay kalkmazdı. Köylüler arabalarını kuruluklara çeker, kızakları kullanmaya başlarlardı. Şubat tatili sonunda okullar açılınca: Yatılı okullarda, Çifteler'de, Eskişehir'de okuyan öğrencileri kazaya indirmek, atlı kızaklara düşerdi.
          Kuyrukları örülmüş bakımlı atların çektikleri bu kızakların, öğlene kadar güneşte eriyen, öğleden sonra ayazda donarak billurlaşan karların üstünde gidişleri görülmeye değerdi.
         Çocuklarda kışın babalarını taklit eder, arabaların samanlığa kaldırıp kızaklarını çıkarırlardı. Akşama kadar kızakların üstünde vakit geçirirler, akşam olunca da kızaklarını arkalarından sürükleyerek eve dönerlerdi. Hepsinin burunları kızarmış, paçaları dizlerine kadar ıslak olurdu.
           TAŞ DİKME OYUNU "Mıjo ğavuç"
          Bu oyunda üç yassı uzun taş yarımşar m. aralıklarla dikilir, 20-30 m. Karşılarına da aynı biçimde taşlar yerleştirilir. Oyun sahası bu şekilde hazırlandıktan sonra çocuklar iki eşit guruba ayrılarak takımlarını oluştururlar. Kura çekimi sonrasında ilk atış hakkı kazanan gurup kendi taşlarının başına geçer. Herkes yumruk büyüklüğündeki taşlarla birer atış yaparak, karşı tarafın taşlarını yıkmaya çalışır eğer üçünü de yıkarlarsa bir puan kazanırlar, yıkamazlarsa sıra karşı tarafa geçer. Oyun bu şekilde istenilen sayıya ulaşıncaya kadar devam eder.
         Bazen gurubun biri eksik veya zayıf kalırsa "alğur"denilen fazladan bir atış hakkıyla takviye edilir.
         ĞHORT
         Bu oyunda oyun araçları 15-20 cm uzunluğunda 7-8 cm çapında silindir şeklinde  bir ağaçla"ĞHORT", Birer m. Civarın da sopalardan oluşur. Sopalar kuvvetli meşe ağacından hazırlanır. Direk meşe kütüğünden koparıldıkları için uçlarında yumruk tokmak bulunur. Sopanın önce kabuğu soyulur sonrada ateş gösterilir. Böylece sopanın sağlamlığı arttırılır.            
         Sopanın boyu "DAY DAY DAYBEŞ BEŞİMUĞ BEŞİMEF" Tekerlemesi eşliğinde yumruk veya karışla  ölçülerek kesilir. Kesim, tekerlemenin, uğurlu sopa anlamına gelen BEŞİMEF Kelimesinin dek geldiği yerden yapılır. Önce topacın dıkileceğı bir yer seçılir.Buraya 5'er 6'şar m. uzaklıkta 2'şer m. arayla birer taş koyarak emenler belirlenir. Bu emenler topacın bir tarafındadır karşısı boş olur. Sıra ebeyi seçmeye geldiğinde; bütün sopaları biri toplar kucağına alır ve kafasının üstünden geriye atar, hiç geriye bakmadan geri geri gider. Önce kimin sopasına basarsa ebe o olur.
         Ebe 2 m. uzaklık bırakarak topacın başına dikilir. Diğerleri de sopalarını alıp emenlerine geçerler. Emen sayısı daima bir eksiktir. Oyuncular sopalarını fırlatarak topacı yıkmaya atarlar. Ebe hemen topacı getirir yerine diker. Oyuncu eğer ebe topacı dikmeden sopasını alabileceğine inanırsa koşar sopasını alır emenine döner. Eğer ebe oyuncudan seri davranıp topacı yerine dikip emeni kaparsa ebelikten kurtulur. Oyun böylece devam eder. İyi vurucuların katıldığı oyunlarda ebeler hem ebelikten kurtulamaz hem her seferinde topacı çok uzaktan getirdiklerinden ter içinde kalırlardı.
         MUJE ZEDZİN   "Taş atışma"
         İki elle tutulabilecek sağlam bir taş bulunur. Düz bir alan seçilir. Bu alanın ucuna çizgi çizilerek başlangıç yeri belirlenir. Oyuna katılan ilk oyuncu çizgiye dikilir, ayaklarını açar, taşı iki eliyle sıkıca kavrar, eğilerek taşı ileri geri sallar ve fırlatır. Taşın düştüğü yer tespit edilir. Diğer oyuncularda aynı şeyi tekrarlar. Oyunun sonunda taşı en uzağa fırlatan oyunu kazanır. Bu oyun taş, yana veya başın üstünden arkaya atılarak ta oynanır.
        ON ÇÖP;
        Bu oyunda ortaya konan bir taşın üstüne, orta boyda bir sopa yerleştirilir. Sopanın bir ucu yere temas ederken diğer ucu boşta kalır. Yere temas eden ucuna on tane çöp konur. Ebe belirlendikten sonra oyunculardan biri sopanın ucuna hızla basar. Ebe dağılan çöpleri toplayıp yerine koyasıya oyuncular saklanır. Ebe her oyuncuyu tek tek bularak sobelemek zorundadır. Eğer oyunculardan biri sobelenmeden gelir çöpleri dağıtırsa ebe yeniden toplamaya başlar. Bu  durumda sobelenen oyuncular kurtarılmış olduğundan, onlarda yeniden saklanır. Ebe herkesi sobelerse ilk sobelenen ebe olur.


 

            ÇOCUK OYUNLARI
          Çocuk her yerde çocuktur. İp atlamadan, sekseke kadar, futboldan yakan topa kadar, tüm çocukların oynadığı oyunları köyümüzün çocukları da oynardı. Ama köyümüzle özdeşleşmiş, başka yerde pek sık görülmeyen bir kaç oyun var ki, hatırladığım kadarıyla kısaca anlatmaya çalışacağım.
           KUREJYE;
           At arabasının  minyatür tipidir. Dingilleri, yastıkları, arka makası, özeği meşe ağacından yapılırdı. Tekerlekleri önceden kesilerek suyu çekilen çam ağacından, iki kişinin kullandığı el hızarıyla kesilirdi. Ortaları da burguyla delindikten sonra hazırlanan bu tekerlekler dingillere geçirilince zamanın yarış arabaları hazır olurdu.
         Hazırlanan bu arabalar ön dingile bağlanan iplerle çekilerek veya sırtta taşınarak en aşağı 1 Km yukarılara çıkartılırdı. Tekerler daha hızlı dönmeleri için dingile geçirildikleri yerden yağlanırlardı. Babalarından araba yağı alamayanlar, annelerinden yemeklik yağ koparamayanlar, karnımız aç diye ekmeğe tereyağı sürdürürler, sonrada bu yağı parmaklarıyla sıyırarak tekerlerine sürerlerdi. Hazırlıklar bittikten sonra arabaların önü aşağıya çevrilir, arka makasa oturularak, ayaklar ön dingile konur ve araba rampa aşağı salınırdı.
         Yarım saatte çıkılan bu yol 1-2 dakikada inilirdi. Üşenmeden, bu döngü akşama kadar defalarca tekrarlanırdı.
          KIZAK:
         Eskiden köyümüzde öyle kışlar olurdu ki:  Yağan Karlar altı ay kalkmazdı. Köylüler arabalarını kuruluklara çeker, kızakları kullanmaya başlarlardı. Şubat tatili sonunda okullar açılınca: Yatılı okullarda, Çifteler'de, Eskişehir'de okuyan öğrencileri kazaya indirmek, atlı kızaklara düşerdi.
          Kuyrukları örülmüş bakımlı atların çektikleri bu kızakların, öğlene kadar güneşte eriyen, öğleden sonra ayazda donarak billurlaşan karların üstünde gidişleri görülmeye değerdi.
         Çocuklarda kışın babalarını taklit eder, arabaların samanlığa kaldırıp kızaklarını çıkarırlardı. Akşama kadar kızakların üstünde vakit geçirirler, akşam olunca da kızaklarını arkalarından sürükleyerek eve dönerlerdi. Hepsinin burunları kızarmış, paçaları dizlerine kadar ıslak olurdu.
           TAŞ DİKME OYUNU "Mıjo ğavuç"
          Bu oyunda üç yassı uzun taş yarımşar m. aralıklarla dikilir, 20-30 m. Karşılarına da aynı biçimde taşlar yerleştirilir. Oyun sahası bu şekilde hazırlandıktan sonra çocuklar iki eşit guruba ayrılarak takımlarını oluştururlar. Kura çekimi sonrasında ilk atış hakkı kazanan gurup kendi taşlarının başına geçer. Herkes yumruk büyüklüğündeki taşlarla birer atış yaparak, karşı tarafın taşlarını yıkmaya çalışır eğer üçünü de yıkarlarsa bir puan kazanırlar, yıkamazlarsa sıra karşı tarafa geçer. Oyun bu şekilde istenilen sayıya ulaşıncaya kadar devam eder.
         Bazen gurubun biri eksik veya zayıf kalırsa "alğur"denilen fazladan bir atış hakkıyla takviye edilir.
         ĞHORT
         Bu oyunda oyun araçları 15-20 cm uzunluğunda 7-8 cm çapında silindir şeklinde  bir ağaçla"ĞHORT", Birer m. Civarın da sopalardan oluşur. Sopalar kuvvetli meşe ağacından hazırlanır. Direk meşe kütüğünden koparıldıkları için uçlarında yumruk tokmak bulunur. Sopanın önce kabuğu soyulur sonrada ateş gösterilir. Böylece sopanın sağlamlığı arttırılır.            
         Sopanın boyu "DAY DAY DAYBEŞ BEŞİMUĞ BEŞİMEF" Tekerlemesi eşliğinde yumruk veya karışla  ölçülerek kesilir. Kesim, tekerlemenin, uğurlu sopa anlamına gelen BEŞİMEF Kelimesinin dek geldiği yerden yapılır. Önce topacın dıkileceğı bir yer seçılir.Buraya 5'er 6'şar m. uzaklıkta 2'şer m. arayla birer taş koyarak emenler belirlenir. Bu emenler topacın bir tarafındadır karşısı boş olur. Sıra ebeyi seçmeye geldiğinde; bütün sopaları biri toplar kucağına alır ve kafasının üstünden geriye atar, hiç geriye bakmadan geri geri gider. Önce kimin sopasına basarsa ebe o olur.
         Ebe 2 m. uzaklık bırakarak topacın başına dikilir. Diğerleri de sopalarını alıp emenlerine geçerler. Emen sayısı daima bir eksiktir. Oyuncular sopalarını fırlatarak topacı yıkmaya atarlar. Ebe hemen topacı getirir yerine diker. Oyuncu eğer ebe topacı dikmeden sopasını alabileceğine inanırsa koşar sopasını alır emenine döner. Eğer ebe oyuncudan seri davranıp topacı yerine dikip emeni kaparsa ebelikten kurtulur. Oyun böylece devam eder. İyi vurucuların katıldığı oyunlarda ebeler hem ebelikten kurtulamaz hem her seferinde topacı çok uzaktan getirdiklerinden ter içinde kalırlardı.
         MUJE ZEDZİN   "Taş atışma"
         İki elle tutulabilecek sağlam bir taş bulunur. Düz bir alan seçilir. Bu alanın ucuna çizgi çizilerek başlangıç yeri belirlenir. Oyuna katılan ilk oyuncu çizgiye dikilir, ayaklarını açar, taşı iki eliyle sıkıca kavrar, eğilerek taşı ileri geri sallar ve fırlatır. Taşın düştüğü yer tespit edilir. Diğer oyuncularda aynı şeyi tekrarlar. Oyunun sonunda taşı en uzağa fırlatan oyunu kazanır. Bu oyun taş, yana veya başın üstünden arkaya atılarak ta oynanır.
        ON ÇÖP;
        Bu oyunda ortaya konan bir taşın üstüne, orta boyda bir sopa yerleştirilir. Sopanın bir ucu yere temas ederken diğer ucu boşta kalır. Yere temas eden ucuna on tane çöp konur. Ebe belirlendikten sonra oyunculardan biri sopanın ucuna hızla basar. Ebe dağılan çöpleri toplayıp yerine koyasıya oyuncular saklanır. Ebe her oyuncuyu tek tek bularak sobelemek zorundadır. Eğer oyunculardan biri sobelenmeden gelir çöpleri dağıtırsa ebe yeniden toplamaya başlar. Bu  durumda sobelenen oyuncular kurtarılmış olduğundan, onlarda yeniden saklanır. Ebe herkesi sobelerse ilk sobelenen ebe olur.



 

 
 
           DİL TUTMA
        Gelin, damat tarafının bazı büyükleriyle, bu büyükler gereğini yapıp konuşma izni veresiye kadar konuşmaz. Uygun bir hediye alınıp izin verilirse konuşmaya başlar, o da çok alçak sesle olmak şartıyla. Bazen ani sorular sorularak veya dalgınlık anında konuşturmaya çalışılır. Ama gelinler kolay kolay bu tuzağa düşmezler. Çağımızda telefon bu geleneği yerle bir etmektedir. Her ne sebeple olursa olsun kazayla konuşan geline hediyesi gene alınır. Bu geleneğin özünde, var olan saygı ve otoritenin devamlılığın sağlanması vardır.
         LAKAP TAKMA
       Anne ve babalar çocuklarına büyüklerinin yanında isimleri ile hitap etmezler, aynı şekilde gelinlerde büyüklerin isimlerini gıyaplarında bile kullanmazlar. Anneler, babalar, gelinler isimlerini kullanamadıkları bu kişilere birer isim takarlar ve onu kullanırlar. Eğer kişinin başkası tarafından takılmış lakabı varsa o kullanılır. Bu takılan lakapları hanım ve beyi birbirlerinden bahsederken kullanırlar. Bu takma isimler bazen o kadar benimsenir ki, esas isimleri unutulur. Ta ki resmi bir işleme kadar.

 
 

Next butonuna basarak sayfaları çevirebilirsiniz. 
 
 



Delikli tas
Mezarligin temizlenmesi  
Aglarcadaki Suriyeliler
Kis gibi kis
Yilmaz Topak
Cemil Esen ( Vefat )
Ertuğrul Demir-( vefat )
Kandemir -- Asker
Fevzi Topak - ( Vefat )
10. Yil senlikleri
Basri Yener ( vefat )
Akın Akoğlan
Semsettin Ocak
Mükerrem Yener-( Vefat )
Mahmut Göktepe - vefat
Nartkan Topak -Doğum
Feriha ile Omer
2009 Seçim Sonuçlari
Lasin-dogum
Gupse Kayra -Dogum
Müge Neris Yener
Ecrin Elif Topak
Cevdet-Nilüfer
Sultan ile Ümit
Evren taşkapı
2013 Senlikleri
İsmail Demir
Yasin Ocak
Tansu YENER
Nevin Kaya Esen
İlyas Topak
Yaşa ÖZCAN
İsmet Çimen 
Özcan Esen
Kemal Topak...Trafik kazası
Fetiye ASLAN 
 




Köyümüzün mezarlığı birkaç yıldır köyde ikamet eden çalışabilecek nüfus olmadığından yabani ot ve ağaçlarla kaplanmıştı.
 Dernek yönetimi ve gönüllülerden oluşan bir gurup
12 mayıs PAZAR günü toplanarak köye gitmiş ve sıkı bir çalışmadan sonra mezarlık yabani ağaçlardan ve otlardan temizlenmiştir. 








 











 
















       
          Son zamanlarda ki Süriyedeki iç savaştan tüm Süriye halkı gibi orada yaşayan hemşerilerimiz de etkilenmiş ve yaşadıkları ikinci vatanlarını da terk etmek durumunda kalmışlardır.
         Sürgünü ve soykırımı en acı bir şekilde yaşamış olan dedlerimizin torunları olarak bu hemşerilerimizin bu zor durumunda karınca kararınca katkıda bulunmak istiyen Ağlarca halkı birkaç süriyeli hemşerimizi yanlarında ikamet ettirmek istemişlerdir.
          Bu düşünce çerçevesinde köydeki birkaç ev temizlenip badana ettirilmiş ve EKKKD nin de katkılarıyla ailelerin yaşayabileceği şekilde döşenmiştir.
           Haziran ortalarında getirilen 6 kişilik ilk aile bu evlerden birine yerleştirilmiştir.
           Bu olaya maddi manevi destek veren herkese sonsuz teşekkürler.
          
www.aglarcali.tr.gg 






KIŞ GİBİ KIŞ

Köyümüzde uzun zamandır görülmeyen bir kış yaşanmaktadır. Yağan karların erimeden yenilerinin üstüne yağması köyde kar kalınlığının 1 m ye ulaşmasına sebeb olmuştur. Bu yağışlar hayvan yemleri biraz az olan hayvancıları üzsede avcıları ve çifçileri sevindirmiştir. 03-02-1912
 

Resim= Seyfettin Topak



 






 
       
  BU GÖREVDE TAMAM
       Köyümüzün çocuklarından Şewoş Yılmaz TOPAK, Yurdun çeşitli yerlerinde Şerefli Türk ordusunun bir Assubayı olarak başarı ile görev yapmış, bu görev sırasınca defalarca ölümle burun buruna gelmiş, girdiği bir çatışmada yaralanarak gazi mertebesinede ulaşmıştır.
       Son olarak ta Afganistan'da ki Türk Birliğine göreve gönderilmişti. Burada ki görevini de başarı ile tamamlayan Yılmaz Topak 10-MART-2012 tarihinde Yurda dönmüştür. Tüm Ailesi ile dost ve akrabalarnın mutluluğunu paylaşır, kendisine de bundan sonraki yaşantısında sağlık, mutluluk ve başarılar dileriz.
      
www.aglarcali.tr.gg





 




Eskişehir Ağlarca Köyü'nden,
Emekli matematik öğretmeni,
 Psinetxuc Cemil Esen, Yakalandığı amansız hastalıktan kurtulamayarak 14-Mayıs-2010 tarihinde Genç yaşta Hak'kın rahmetine kavuşmuştur.
Cenazesi öğle namazı sonrası, 
Sami Ramazanoğlu camisinden Eskişehir Asri mezarlığına defnedilecek. İrtibat:05054697201
Kendisine Yüce Allah'tan rahmet diliyor,
Eşinin ve ailesinin acısını da canı yürekten paylaşıyoruz.
www.aglarcali.tr.gg






Bu sayfa hakkındaki son yorum:
Yorumu gönderen: tolga, 17.05.2010 12:16:22:
....

Yorumu gönderen: Abdullah URGAN, 17.05.2010 11:44:56:
Yeri doldurulamayacak,bir duayenimizi kaybettik.Allahtan rahmet diler;ailesine sabırlar dilerim.Mekanın cennet olsun Cemil Abi

Yorumu gönderen: Yılmaz TOPAK, 16.05.2010 21:57:26:
Cemil abiye allahtan rahmet diliyor,yakınlarının ve eşinin acısını da yürekten paylaşıyoruz

Yorumu gönderen: Adnan ASLAN, 16.05.2010 17:54:55:
Zamansız aramızdan ayrılan Cemil abiye Allahtan rahmet diler,ailesinin başı sağolsun ve Allah onlara sabırlar versin.

Yorumu gönderen: Cemil MERCAN, 16.05.2010 11:35:43:
Değerli abimiz Cemil abiye Allah Rahmet eylesin... Geride kalanların ve yakınlarının başı sağolsun ve Allah uzun ömürler versin ...

Yorumu gönderen: şuayip yener, 16.05.2010 09:04:27:
Çok özel,yokluğu hep hissedilecek bir insanımızı kaybettik.Allah rahmet eylesin,kalanların başı sağ olsun.

Yorumu gönderen: Zülfiye Özcan Akdemir, 15.05.2010 20:10:59:
Cemil Abiye Allahtan rahmet diler, eşine ve ailesine başsağlığı dilerim

Yorumu gönderen: leyla, 15.05.2010 19:53:00:
başınız sağolsun

Yorumu gönderen: beytullah gürses, 15.05.2010 16:28:40:
genç yaşta kardeşimizi kaybettik. TÜM AİLEMİZİN BAŞI SAĞOLSUN.

Yorumu gönderen: mustafa yener, 15.05.2010 07:49:02:
hayata dair çok şey paylaştık..yeri benim için hep özel oldu.allah rahmet eylesin.ailesinin ve sevenlerinin başı saolsun.acımız büyük:(

Yorumu gönderen: cevdet topak, 15.05.2010 03:09:52:
cemil abime allahtan rahmet geride biraktigi tum sevenlerine allahtan sabir dilerim ozliyecegiz abicim:(((

Yorumu gönderen: Seçkin YENER, 14.05.2010 22:10:04:
Değerli abimize, eniştemize allahtan rahmet diler ailesine sabırlar diliyoruz, mekanın cennet olsun abi

Yorumu gönderen: Kandemir., 14.05.2010 17:43:13:
Cemil abiye Allah rahmet eylesin diyor, Nevin Abla'ma ve diğer aile üyelerine başsağlığı diliyorum.

Yorumu gönderen: Orhan OCAK, 14.05.2010 17:23:25:
Cemil kardeşimize Allah'tan rahmet diliyor,Ailesinin acısını da canı yürekten paylaşıyorum.




         Ağlarca Köyünden Ertuğrul DEMİR - 01. 11. 2010 tarihinde yakalandığı amansız hastalığa yenik düşerek Aramızdan ayrılmıştır. Kendisinin her zaman ki hatırnazlığını ve daima gülen yüzünü hiç bir zaman unutmayacağız


 

GÖREV TAMAM

Orhan 0cak'ın yeğeni, sitemizin İstanbul muhabiri, radyomuzun yayıncısı ve teknik elemanı Akın AKOĞLAN vatani hizmetini başarı ile tamamlamıştır. Kendisine bundan sonraki yaşantısında başarılar ve mutluluklar dileriz.
www.aglarca2007.tr.gg





 
 

   Ağlarca Köyü'nden ,
    Hülya, Hasan ve Leyla TOPAK'ın babaları,
Değerli abimiz Fevzi Çakmak TOPAK 04-NİSAN-2010 Tarihinde hakkın rahmetine kavuşmuştur. Cenazesi 05-NİSAN-2010 Pazartesi günü AĞLARCA KÖY'ünde öğle namazından sonra kaldırılacaktır.
Kendisine Allah'tan rahmet diler, tüm yakınlarına da sabır ve metanet niyaz ederiz.
aglarca2007.tr.gg ( 04-Nisan-2010 ..  08 55 )


 


Şemsettin Ocak

      Ağlarca köyünden Şemsettin Ocak çalıştığı devlet bankasından emekliliğini istiyerek ayrılmasından sonra 29.Mart.2009 ara seçimlerine Han ilçesinden il encümen azası adayı olarak katılmaktadır.
       25 yılı aşan memuriyet hayatında insanlara yaklaşımı,yol göstermesi, dürüstlüğü ve güler yüzü ile ile çevre insanının sevgisini kazanan Şemsettin Ocak'ın soyunduğu bu hizmet dalında
da başarılı olacağına inanıyoruz. Kendisine girdiği bu mücadelede başarılar dileriz.
www.aglarca2007.tr.gg


 

 
 
 

 




 






Nartkan TOPAK  
 
Ağlarca Köyü'nden Şewoş Yılmaz-Özlen çiftinin
2-Eylül-2009 tarihinde Nartkan ismini verdikleri bir oğulları
Dünya'ya gelmiştir.
Genç çifti yürekten tebrik ediyoruz.

Aramıza yeni katılan yeğenimize de bahtlı,sağlıklı,başarılı
başta anası ve babası olmak üzere tüm sevdikleri ve sevenleri ile
geçireceği bir ömür dileriz.
www.aglarca2007.tr.gg


     
AĞDER, Yönetimi ve Ağlarca Muhtarlığı

 

2000 Yılından beri köylülerimizin, dost ve akrabalarımızın yılda bir kerede olsa görüşmelerini sağlamak, gençlerimize köyümüzü tanıtmak amacı ile düzenlenen Ağlarca şenliklerinin,
10. su 04-Temmuz-Pazar günü yapılacaktır.

İrtibat, öneri ve katılımlarınız için:
Vedat YENER =
0532 516 00 51
www.aglarcali.tr.gg

 
 



 


  
       ==AĞLARCA KÖYÜ'NDEKİ SÜLALELER==

ŞHAGUMDELER == ( Göktepe, Balık, Seven )
THAMEZLER == (Aslan )
HUNELER == ( Mısır, Akcan )
ŞEVOJLAR == ( Tırpan, Topak, Yener )
NEUTAHLAR == ( Urgan )
PSINETHUJLAR == ( Esen )
KANŞAVLAR == (Okay, Kurt )
VUGİKOLAR == ( Demir )
NUVOKOLAR == ( Ocak )
RATKOLAR == ( Sarıbardak )
GUĞOJLAR == ( Özcan )
LAŞKOLAR == (Yanık )
ÇIÇKANLAR == ( Aydoğdu )
KOCA MUHTARLAR == ( Dere ) 



AĞLARCA DIŞINDA Kİ KÖYLÜLERİMİZ

Yer adı Kişi sayısı
ABD --11 kişi
Almanya --12  kişi
İngiltere --4 kişi
Rusya --1 kişi
K.K.T.C --3 kişi
Ankara --6 kişi
İzmir --10 kişi
Eskişehir --88 kişi
Çifteler --22 KİŞİ
İstanbul --54 kiş
İsparta --7 kişi
Tekirdağ -- 4 kişi
Afyon --7 kişi
Sivrihisar --1 kişi
İzmit --14 kişi
Balıkesir --7 kişi
Antalya --17 kişi
Kemer --4 kişi
Manavgat --1 kişi
Alanya --1 kişi
Mersin --4 kişi
Mahmudiye --6 kişi
Bursa --13 kişi
Urfa --3 kişi
Van --6 kişi
Hakkari --4 kişi
Diyarbakır --3 kişi
Samsun --5 kişi
Emirdağ --2 kişi
Niğde --3 kişi
Bilecik --6 kişi
Bozuyük --7 kişi 
Aydın --3 kişi
 Denizli --3 kişi
   
   
   
   
   

 Hesaplamalarımızda mutlaka unuttuğumuz yerlerini yanlış hatırladığımız durumlar mutlaka olmuştur. Yapılacak düzeltmeleri memnuniyetle karşılıyacağımızdan emin olabilirsiniz.

 

 
       Ağlarca Köyü'nden Niwg Kandemir OCAK
       26-Agustos-2008 tarihinde
       Bilecik İl Jandarma Alayı'nda başladığı vatan görevini 3 aylık
acemilik eğitiminden sonra Diyarbakır İli Eğil İlçesi Jandarma Karakolunda başarı ile tamamlayarak 22-Kasım-2009 Pazar günü saat 8 itibari ile  Vatan görevini bitirmiştir.Aynı gün saat 20.35 uçağı ile Ankara'ya gelen askerimiz aynı gece gece yarısından sonra
Eskişehir'e ulaşarak ailesine, sevdiklerine, dostlarına kavuşmuştur.
      Kendisine bundan sonraki hayatında sağlık, mutluluk ve başarılar dileriz.
aglarca2007 23-Kasım-2009   saat=03 30



Sevdamız gazi,
aşkımız şehit oldu bu dağlarda,
yağmurlarımız kurşundan yatağımız taştan oldu bu uykularda,
biz sevdiklerimiz için geldik bu diyarlara,
kimi can verdi kimi kol verdi hain pusularda,
genede ah etmedik bu vatana,
tüm güneşler feda olsun, yıldızımızın yanındaki aya...
KANDEMİR



       
     ACI KAYBIMIZ
       Ağlarca Köy'ünden Mustafa, Seçkin, Şuayip, Vetat Yener ile Sevim Mercan'nın sevgili babaları değerli insan Sabri ( Basri ) Yener 5 Kasımı 6 Kasıma bağlayan gece Hak'kın rahmetine kavuşmuştur.
        Değerli amcamızın acısını Tüm evlatları ve akrabaları ile paylaşıyoruz. Allah mekanını cennet etsin.
Cenazesi 07-11-2009 Cumartesi günü Ağlarca Köyü'nde kılınacak öğle namazından sonra köyde defnedilecektir.
06-11-2009        


 
 
 

  


AĞDER
AĞLARCA KÖYÜ
GÜZELLEŞTİRME YARDIMLAŞMA
KUZEY KAFKAS KÜLTÜR DERNEĞİ

           Yurdumuzun her tarafındaki adige köyleri, iş, tahsil gibi nedenlerle yavaş yavaş dağılarak bitme noktasına gelmişti. Bunun neticesi olarakta insanlarımız hatta yakın akraba olanlar bile birbirlerini görmeye görmeye tanımamaya başlamışlardı. Bu gidişata dur demek Köyümüzün dağılmasını engellemek, insanlara geçim kaynağı sağlamak olabilirse geri dönüşüm yolu ile Köyümüzü o eski canlı ve güzel hale getirmek için, bir grup Ağlarcalı genç bir araya gelerek 2006 yılında, Ağlarca Köyü Güzelleştirme Yardımlaşma Kuzey Kafkas Kültür Derneğini kurmuşlardır.

 
 
Ağlarca Köyü Dernek Başkanı
Dr.Gülsen YENER

AĞDER Yönetim KURULU
Dr. Suna Ertok İhsan Göktepe Hikmet Sarıbardak Necdet Topak

AĞDER Denetim KURULU
Vedat Yener Ramazan Akcan Mesut Sarıbardak Hayati Yener




DERNEK FAALİYETLERİ 
           Derneğimiz kurulduktan sonra hiç vakit kaybetmeden genel kurulunu toplamış ve yönetim kurulunu belirlemiştir. Yönetim kuruluda kendi aralarında toplanarak Başkan, yönetim kurulu ve denetim kurulunu yukarda ki gibi oluşturmuşlardır.

 
          Derneğimiz ilk iş olarak; Köyümüzde okul kapandıktan sonra harabe durumunda olan okul binasının kullanım hakkı Milli Eğitimden alınmış büyük efor sarfedilerek çok kullanım amacına uygun bakımlı bir  bina haline getirilmiştir. Binada muhtarlık Dernek başkanlığı odaları mevcut olup, birde büyükçe bir salon vardır. Bu salon aynı zamanda cenaze ve düğün gibi sosyal olaylarda yemekhane olarak kullanılabildiği gibi 8-10 kişiyi de yatılı olarak ağırlıyabilecek durumdadır. 
 
AĞ-DER Binasının açılışı
 

           İlçeden ve ilden birlikte gelen
kalabalık bir misafir gurubunu ağırlamak üzere hazırlanan bir sofra.


          Köy binasının işi bittikten sonra, zamanın köy yönetimi ile iş birliği içerisinde köy camisi baştan ayağa ele alınmış, yıllardır eksikliği hissedilen bir caneze yıkama yeri ile 6-7 kişinin aynı anda abdest alabileceği şadırvan ve modern bir tuvalet yapılmıştır. Caminin etrafı ve avlusunda ki yürüyüş yolları kalebodur taşları ile döşenerek bahçesi düzenlenmiştir.


         2002 Yılından beri köyümüzde düzenlenen eğlence ve toplantılar düzene sokularak, her yılın temmuz ayının ilk pazar günü kutlanmak üzere geleneksel hale getirilmiştir. Her geçen yıl yeni aktivitelerle zenginleştirilen şenliklere katılan herkese de ücretsiz yemek verilmektedir. 
 


          2012 Yılı Temmuz ayında yapılan genel kurul toplantısı sonunda bu güne kadar başarılı hizmetler yapan AĞDER yönetimi görevlerini yeni arkadaşlara devretmişlerdir. Aynı zamanda derneğimizin kuruluş aşamasında gösterdikleri gayretten ve sonrasında ki başarılı hizmetlerinden dolayı kendilerine teşekkürü borç biliriz.
          Derneğimizin yeni yönetimi şu şekilde oluşmuştur.
.
Başkan
ZiyattiN Aydoğdu
 
AĞDER Yönetim KURULU
Yıldrm Özcan Vedat Yener Hayati Yener M.Sarıbardak

AĞDER Denetim KURULU

 

Dr.Gülsen YENER Dr. Suna Ertok

Yeni yönetime
bu önemli görevlerinden dolayı
başarılar diliyoruz.


Yeni dernek yönetiminin ilk işi
mezarlığımızın içindeki yabani agaçları,
çalıları ve otları temizleyerek bir düzenleme yapmak olmuştur.

Dernek başkanımız Sayın Ziyattin Aydoğdu
2013 Ağlarca şenliklerinin açılışını yaparken.

www.aglarca2007.tr.gg
www.aglarcali.tr.gg
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol